Ortam

İnsan yok oluşa mı sürükleniyor? İnsanlık son bunalımı nasıl aşacak? ÇIKIŞ NEREDE – VII

DÜNYAYA RESET ATMA ZAMANI

Dijital teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte yıllardır derinleşerek süregelen savaş, yoksulluk ve işsizlik sıkıntılarının yarattığı göç dalgalarının üstüne bir de Kovid – 19 küresel salgınıyla kuşatılan insanlık, geçen Mart ayında ansızın ve kelimenin tam anlamıyla toplumsal şaşkınlığa düştü. Herkesin zihninde, iri puntolarla, “Uygarlık çöküyor mu? İnsan yok oluşa mı sürükleniyor? Çıkış nerede?” soruları belirince, bilim insanlarının yanı sıra düşünür ve sanatçılar da konuyu yazılı ve görsel basında, sosyal medyada yaygın biçime tartışmaya, milyonlarca insan dünyanın bir ucundan öbür ucuna kaygılarını yansıtmaya yöneldi. Her insan kendini her an tehdit ve tehlike altında duyumsuyor, insanlık bunalımına dönüşen evrensel kaygıları her fırsatta iletişime döktükten sonra çözüm arayışına kafa yoruyordu. Tam bu noktada, “Ne yapmalı?” sorusuna ve arayışlara bir parça ışık tutabilmek, yazgımızı belirlemeye katkıda bulunabilmek adına düzenlediğimiz soruşturmaya ilgi sürüyor. Aydınlık’ta alıntı ve kesitler halinde yayımladığımız ve 10 bölümde tamamlayacağımız yanıtların tümünü vermeye devam ediyoruz. Bu bölümde Burçak Evren, Halit Payza, Evin Okçuoğlu, Gazanfer Eryüksel, Selami Karabulut, Volkan Hacıoğlu’nun yanıtlarını sunuyoruz.

BURÇAK EVREN / İlk yapay zekâ ile robotlar Metropolis‘teydi

Her dönemde, teknolojiyi zorlayan ya da giderek aşan her bir zekâ ürünü olgu, her zaman insanlığın gelişimi için kullanılmamış, kimi zaman geniş kitlelerin karşında, önleyici ya da denetleyici bir kontrol mekanizması olarak da  kendini göstermiştir.

Prehistorik dönemlerin primitif yaşam biçimlerinden gününüze dek gelen tarihsel süreçlerde, alışılmışın dışına taşan her bir yeni olguya hem bel bağlanıp hem de onun tümüyle reddine olduğu bilinen tavırlar, tümüyle değilse bile çoğunlukla insanoğlunun  evreni ve doğayı anlama çabasının sonucu ortaya çıkmıştır…

Henüz avcılık aşamasındaki ilkel toplumların dış dünyaya ilişkin tüm bilinmezliklerine karşın, Altamira ya da Lascaux mağaralarının karanlık derinliklerindeki duvarlarına devasa boyutlarda resimler yapması, yalnızca avlarının bereketli geçmesine ilişkin ritüel amaçlı bir eylem değil, onun da ötesinde, kendi yaşamsal dertlerine ilişkin olguların çözümü yanında görsel ama estetik bir doyuma ulaşma özleminden de  kaynaklanmıştır. Bu görsellik; zaman içinde evrilip mağara resimlerinden toprak çanak çömleğe, taştan rölyefe, sonrasında heykel ile inanç tanım / amaçlı yapılara bürünüp dönemlerinin bir çeşit zekâ ortalamasını zorlayarak, geleceği önceleyen arzu ve düşüncelerin taşıyıcıları olmuşlardır.

Evreni, doğayı ve de insanı değiştirmeye yönelik her bir yeniliğin her bir dönemde kolaylıkla kabul görüp benimsenmesi elbette sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Buna kimi zaman hâkim sınıflar, dinsel zümreler, kimi zaman ise yönetilenler karşı çıkmış, bu yeniliklerin kabul görüp benimsenmesi oldukça sıkıntılı olmuştur.

Döneminin verilerini kabullenmekle aşma arasındaki tercihler ise her coğrafyanın / medeniyetin gelişmişlikle, bu alandaki çaba ve istekleriyle de doğru orantılı olmuştur. Kimi zoru tercih ederken, kimi topluklar ise kısa yolu, kolay olanı tercihe yönelmiştir. Örneğin Akhaların güç birliği derek karşı kıyılarda Anadolu’nun (antik ifadesiyle Küçükasya’nın) bir ucuna, göz kamaştırıcı bir ihtişama sahip Troia’nın kapılarına savaş çığlıklarıyla dayanması , Helen’i kaçıran Paris’e karşı onursal kaynaklı bir eylem ya da nefretten daha çok, ileri bir zekânın oluşturduğu bir medeniyetin önlemez konuma gelen kabarık iştahlarıdır. Akhaların Troia karşındaki zaferlerini zekâya bağlayacak tek  avuntuları ise burada ancak, Odieseus’un Troia’nın düşmesine yol açan tahta tahta at efsanesidir.

Her dönemde, teknolojiyi zorlayan ya da giderek aşan bu hep zekâ ürünü olgular, her zaman insanlığın gelişimi için kullanılmamış, kimi zaman geniş kitlelerin karşında, önleyici ya da denetleyici bir kontrol mekanizması olarak da  işlev görmüştür. Yedinci sanat sinemanın en erken bilimkurgu türünün örneklerinden biri olan Fritz Lang’ın 1926 yapımı Metropolis filmi, sinemada ilk kez yapay zekâ ile robotların kullanımını olumsuz yönde ortaya koyan ilginç bir örnek olmuştur. Fütüristik bir distopyanın tam anlamıyla karşılığını veren –ya da kalıplarının içine cuk diye oturan– film, her açıdan farklı anlamlandırmalara –ya da okumalara– açık çok yönlülüğüyle kendi iradeleri dışında yönetilen robotlaştırılmış emekçilerin bedenleriyle çalışan devasa, canavar görünümlü makineleriyle, yalnızca bir egemen oluşun baskınlığının ve de acımasızlığının değil, ayrıca, bu baskı sonucunda oluşan bir başka dünyanın, adeta bir cennetin, var olabilme nedeninin de altını çizer.

Ayrıca ilk kez bu filmde, o yıllarda  adları bile bilinmeyen –ya da çok az bilinen– robotla bilgisayarın var olması, filmin geleceğe ilişkin bir başka kehanetini oluşturur. Filmin finalinde sermaye sahibi ile işçi liderinin el sıkışıp ”kutsal barışı” sağlamalarındaki mutlu sonun sonrasında Fritz Lang’ı bile utandırdığı ve pişmanlıklar içine soktuğu bilinmektedir. Ama bilinen bir diğer şey ise;  Hitler’in bu filme sahip çıkıp Fritz Lang’ı sinemacısı yapmak istemesi, ünlü yönetmenin ise yurtdışına kaçarak buna yanıt vermesidir.

Metropolis’ten bilimkurgu türüne kalan tek miras ise; bu türün olmazsa olmazı olan robotlar, kahramanların çift kişiliği ile çılgınlık halleri ve hiçbir örneğinde doğanın olmaması, yok sayılmasıdır. Ama Metropolis’te olduğu gibi, sermaye ile  emeğin tokalaşıp kutsal barışlı, kimilerini sevindiren mutlu sonları (!) her zaman mümkün olmuyor. Evrene, insana, ve doğaya yönelik her bir insanüstü arayış –yani yapay zekâ, robotlar– en alttakilerle en üstekiler arasındaki uçurumu daha da derinleştirip geniş kitlelerin yerine küçük zümrelerin amaç ve hizmetlerine de yönelebiliyor.  Bu aşamada insanın ve de  sanatın değerleri, değişen ya da değiştirilen oluşumlar içinde yeterince karşılık bulamadıkları için de;  ya dışlanıp önemsenmiyor, ya da yeni konumlara göre biçimlendirilip yönlendiriliyor.

 

HALİT PAYZA / Modernizm Auschwitz’le gaz fırınlarına girdi, bacalarından postmodernizm tütüyor

Evren yaklaşık on üç buçuk milyar yıldan biraz fazla bir zaman önce Bing Bang denilen patlama sonucu oluşmaya başladı. İhtiyar dünyamız yaklaşık 4,54 milyar yaşında… Varoluşumuza ilişkin iki teoriden biri güçlü olanın güçsüz olanı yerküreden sildiği… İnsan varoluşundan bu yana, birlikte yaşamak yerine ayrışmayı, savaşmayı, yok etmeyi yeğledi. Naendertaller yenildiler, yok oldular. Bugün de insan birbirleriyle savaşmayı sürdürürken doğayla da savaşmayı, ona zarar vermeyi sürdürüyor. İnsan, çağdaşlaşırken varoluşunun gerekçesi olan doğayı yok ederek ekolojik bir seri katile dönüşüyor, yeniden ilkel topluma doğru yol alarak gelişimini ve sonunu hazırlıyor. Beş yüz on milyon kilometre yüzölçümlü gezegenimizde yedi milyara yakın insanın yaşadığı tahmin ediliyor. Bu sayı her geçen gün artıyor. Nüfusun artması, daha çok tüketim, dağa çok doğal kaynak, daha çok yapay üretim, daha çok atık anlamına geliyor. Sınırsız insan gereksinimlerini karşılamak için sınırlı doğal kaynakları yeterli olmaktan hızla uzaklaşıyor. Malthus’a göre uygun koşulların olması, kısıtlayıcı etmenlerin olmaması durumunda popülasyon geometrik olarak, gereksinimleri karşılayacak besin maddeleri aritmetik olarak artar. Geometrik olarak artan nüfus, plansız sanayileşme, sağlıksız kentleşme, çoğunluğun gereksinimini karşılamak üzere kullanılan tarım ilaçları, yapay gübre kullanımı, yer altı suları ve denizlere salınan deterjan ve kimyasalların kullanımını ve salınımını artırır. Bu olumsuz tabloya yeni pazarlar için yapılan savaşlar, nükleer denemeler de eklenir. Bu olumsuzluklar sonucu hava, su, toprak hızla kirlenerek insan soyunun geleceğini olumsuz yönde etkiler. Söylendiği gibi bu tahribat salt yaşamın yoğun olduğu alanları değil, sera gazları ve iklim değişiklikleri gibi nedenlerle yerkürenin bütününü tehdit eder. Çevre kirliliği, iklim, yerkabuğunda doğal hareketlilik, rüzgâr ve okyanus sularında değişim, ekosistemdeki olumsuz değişiklikler ve bozunumlar oluşuyor. Enerji üretimi için atmosferi olumsuz etkileyen zararlı atık ürünler, doğadaki biyolojik çeşitliliğin yitimine, iklimin değişmesi nedeniyle şiddetlenen kuraklık, seller gibi doğal felaketlere yol açıyor. Bundan elbette küresel kapitalizm sorumlu…

Yapay Zekâ; bilgisayar ya da denetimindeki bir cansız nesnenin, tıpkı canlı nesne işlevi üstlenmesi olarak nitelendirilebilir. İnsan, düşünebilen hayvan; yapay zekâ düşünemeyen varlık… Yapay zekâ, insan zekâsına özgü algılama, öğrenme, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma, çıkarsama yapma ve karar verme gibi bilişsel işlevleri ve davranışlarını, kısaca kendi bilincini kendi üretmediği ve başka zekâların kendi zekâsına ulaşmayı engellemediği sürece, onun nasıl kullanılacağı önemli. Kimin yararına, hangi amaçla kullanılacak? Kim kullanacak? Bugünkü uygulamalarda bile üretimde emekçinin yerini makineler alıyor, emekçi zincirlerini de yitiriyor. 5G yeni nesil teknolojilerinin de yalnızca iletişimde kullanılacağını kim garanti edebilir? Bilimkurgu gibi görülse de yarı makine yarı biyolojik insan tasarımı yeni nesil 5G teknolojilerinin imha silahı ya da uzaktan güdümlü siber asker kullanımını gündeme getirebilir. Gelecekte kurgu nesnesi olmayan terminatörlerle, biyolojik insanların karşı karşıya gelmeyeceğinin de garantisi yok. Gelecek öngörülemez, ancak tasarlanabilir. Üçüncü binyılda insanlığı teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’a sokma çabasındaki küresel oligarşiyi teknolojik, ekonomik gelişmede herhangi bir ülkenin mi yoksa bu teknolojiye ve yapay zekâya sahip bütünleşik tek ülke ya da yapay zekânın mı sahip olacağı önceden kestirilemez.

Bertolt Brecht’in “batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz” sözünden yola çıkarak, postmodernizm’in modernite karşıtı Yeni Orta Çağ’ın öncülü olduğu düşünülebilir. Auschwitz; modernizmle postmodernizm’in yollarının ayrıldığı bir sapaktır. Sınırları bütünüyle belli olmasa, iç içe de olsa… Auschwitz, moderniteyi öldürüyor ve yerine postmodernite’yi getiriyor. Modernizm gaz fırınlarına giriyor ve bacalarından postmodernizm tütüyor. Postmodern anlayışa göre dil, bir gerçeklik gerekçesi değildir, kendi gerçekliğini kendisi kuracaktır. Postmoden, gerçekliği yadsır; kendi sahte gerçekliğini asıl gerçekliğin yerine dayatır. Marx; sanatçı ve düşünürlerin ne yapacağını Feuerbach Üzerine Tezler’de söylüyor: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Elbette iyiden ve güzelden yana; insan için ve pek insanca…

 

EVİN OKÇUOĞLU / Ekmekten önce onur 

Tarihsel incelemelerdeki Marksist vurguların hepsi günümüzde geçerliliğini korumaktadır. Komünal, köleci, feodal ve kapitalist sürecin ardı sosyalizmdir. Kapitalizm her ne kadar bu süreci geri çevirmeye, din ve salgın ile cehaleti artırarak Ortaçağ feodal dünyasına geriletmeye çalışsa da bu süreçte başarı elde edilmesi imkânsızdır. Küresel emperyalist çağın ardında sosyalist-komünist dünya emekçi güçlerce kurulacaktır. Kaybedecek bir şeyi olmayanların üretim araçlarını elinde bulunduranlara karşı mücadelesidir yaşanacak olan…

Eski yöntemler ve eski araçlar yerini yenilere devredecektir. Teknoloji devrede olacaktır. Ama döngünün itici gücü sınıfsallık bizi doğru yöne ilerletecektir.

Yapay zekâ olsun, diğer teknolojik gelişmeler olsun, artık var ise, buna karşıyım demek bir anlam ifade etmez. Duygusal değil, bilimsel bakılması gerekiyor. Bilimsel buluş ve gelişmeler kâr için değildir, hepsi üretim araçları olarak emekçi sınıflarca ve insanlık yararına kullanıma sokulacak şekilde ele geçirilecektir. Bu sürecin başında şaşkın ördek gibi olabiliriz. Bilimsel ve sınıfsal bakış bizi şaşkın ördeklikten çıkaracaktır. Sanat ve edebiyat da, felsefe ve bilim ile insanî olan ile yoğrularak yeni bir sancının, sosyalizme sıçrama sancısının sözcüsü ve ardından da yeni insanın inşasında itici güç olarak umut ve direnç aşısı eserler verecektir. Covid-19 aşısından daha değerli olan bu ürünleri geleceğe yazmaya devam  edeceğiz. Ekmekten önce onur demekle insanlaşarak…

 

GAZANFER ERYÜKSEL / İnsanlığı bekleyen tehlike dijital polis devletidir

1. 1970’li yıllarda iktisat hocamız, “Müteşebbis kâr peşinde koşan bir heriftir” dedikten bir süre sonra, “iktisadın lâahlaki bir bilim” olduğunu belirtirdi. Bu cümleden olarak kapitalizm ve onun ileri aşaması olan emperyalizm için tek ölçüt “kazan-kazan” olmuştur. Derslerde ayrıca liberal ekonomiyi hararetle savunan hocamız, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganının altını çizerek, ekonomiye devlet müdahalesi olmadığı sürece her şeyin kendi içinde dengeye kavuşacağını ısrarla vurgulardı.

Yapmasına ve geçmesine izin verilenler ise sadece hür teşebbüs mensubu olan iş dünyası mensupları idi. İşçinin örgütlenemediği, kadın işçilerin yarı ücretle, çocukların boğaz tokluğuna çalıştıkları bir düzen… Köleci toplumun dönüştürülmüş hâli…

İki kriz arasında debelenen kapitalizm yeni bir bunalımdan geçmektedir. Her bunalımdan tarih boyunca savaşla çıkan bu sistem, üçüncü paylaşım savaşını biyolojik savaş olarak yaşamakta ve insanlığa da yaşatmaktadır.

Nihai hedefleri insanın üretimde minimuma indiği, robotlarla üretim yapılan bir aşamaya geçmektir. Örneğin Mercedes fabrikası son dönemde üretiminin %90’ını robotla yapmaktadır.

2. Emperyalizmin egemen olduğu her yapıda salt ona hizmet eden projelere finans desteği sağlanmaktadır. Küresel çetelerin çıkarına olmayan her şey yok edilmeye çalışılmaktadır. Teknoloji ise tekerleğin ve çömlekçi çarkının bulunuşundan tutun, bilgisayar ve internete ve yapay zekâya kadar, tümüyle egemen güçlerce kendi çıkarları için kullanılmıştır. Burada mesele son gelişme olan Yapay Zekâ’nın kime hizmet amacıyla kullanıldığıdır. Gelişen bilim ve teknoloji insanlığa mı hizmet edecek, yoksa küresel çetelere mi? Yapay Zekâya karşı çıkmak, sanayileşme sonrası fabrikalarda makineleri kıran işçileri hatırlatmalıdır bize. 5G teknolojisinin doğa ve doğanın bir parçası olan insan üzerindeki olumsuz etkileri üzerine yapılan araştırmalar, medya egemenliği sebebiyle halktan gizlenmektedir. Bize düşen, insanlığa gerçek gündemi anlatmak ve doğru bilgi akışını sağlamaktır.

3. İnsanlık tarihini sömürgecilik ve emperyalizm öncesi ve sonrası olarak değerlendirmek zorundayız. Tarihte hiçbir toplum kendi iç ve dış dinamikleriyle gelişemez hâle gelmiştir Amerika’nın işgali ve yağmalanması sonucu. İlkel komünal bir toplum hayatı yaşayan ABD’nin yerel kültürleri yok edilmiş, soykırım uygulanmıştır. Bugün Brezilya, Portekizce; diğer ülkeler, kuzeydeki Meksika dahil, İspanyolca konuşmaktadır. İnanç sitemleri katoliktir. Aynı süreçte Afrika’da ilkel komünal bir hayat yaşayan toplumlar gemilerle Amerika’ya taşınmış ve köle olarak çalıştırılmışlardır. Nerde kaldı o meşhur toplumsal gelişme merdiveni. Neydi o merdiven? İlkel Komünal, Köleci, Feodal, Kapitalist, Sosyalist toplum… Daha Marx’ın sağlığında çökmüştür o merdiven. Batı Avrupa’da Kapitalizm, tırmanma şeridinde giderken Amerika, Afrika kapitalizmin kölesi olmuştur. Bir de Uzakdoğu’daki Avrupa sömürgelerine bakınız lütfen. Yağmalanan Amerika, Afrika ve Uzak Asya sanayileşecek batı Avrupa’nın finansını sağlamıştır.

Küresel çetelerin bugün insanlığa dayattığı, Yeni Ortaçağ değil, Yeni Köleci Çağ’dır. Eskiden köleler köle olduklarını biliyorlardı. Günümüzün köleleri ise ne yazık ki köle olduklarının farkında değiller. Trajedi de buradadır. İnsanlığı bekleyen tehlike dijital polis devletidir. Covid-19 hamlesi de bu uzaktan kumandalı köleliğe geçiş aşamasıdır. Çip takma veya bir benzeri olan aşı…

Bu dayatmaya Çin’in engel olması gelişmelerin doğasına aykırıdır. Çünkü ne dünya Mao’nun devrim yaptığı dünyadır, ne de Çin Mao’nun Çin’idir. Çin uyguladığı sermaye ihracı ve içeride dijital denetim anlayışıyla küresel çetelerin kendi ülkelerinde tam olarak yapamadıkları iç denetimi yapmaktadır. Her vatandaşa artı – eksi puan uygulamasına dikkatle bakılmalıdır.

Bu krizden insanlık bir ülkeye dayanarak değil, gelişen teknolojiyi kullanarak direnmek zorundadır. Küresel çeteler işçi sınıfı korkusunu robotlarla üretim yaparak aşma derdindedir. Eski teorilerdeki klasik işçi sınıf kavramı değişmiştir. Hayat yeni bir teori istiyor bizden. Yani uzaktan kumandalı köleler hâline getirilmek istenen insanlığın özgürlük mücadelesidir bekleyen bizi. Eski reçeteler dünde kaldı, yeni teoriler ve eylemler gerekiyor.

 

 VOLKAN HACIOĞLU / “Kapitalizme ‘Büyük Reset’ atma zamanı”

1. Kapitalizm krizlerle savrulan bir sistem. Kapitalist bir iktisatçı ve sosyolog olmasına rağmen kapitalist sistemin çökeceğini söyleyen Joseph Schumpeter kapitalizmin tabiatını tanımlarken “Yaratıcı Yıkım” kavramını kullanmıştı. Sistemin ideologları bile kapitalizmin sonunun geleceğini yazdılar. Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabı; Daniel Bell’in tarafımdan Türkçeye çevrilen ve ‘Ellilerdeki Siyasî Fikirlerin Tükenişine Dair’ alt başlığını taşıyan İdeolojinin Sonu adlı eseri; Arthur C. Danto’nun sanatın 60’lı yıllarda bittiğini ilan ettiği 1984 tarihli “Sanatın Sonu” başlıklı makalesi ve ardından yazdığı, ‘Çağdaş Sanat ve Tarihin Sınır Çizgisi’ alt başlığını taşıyan Sanatın Sonundan Sonra adlı kitabı hep aynı gerçeğe işaret ediyor: Çöküş! Columbia Üniversitesi’nde Avrupa Enstitüsü direktörü Britanyalı tarih profesörü Adam Tooze’nin 2008 finansal krizinin arka perdesini anlattığı ve 2018’de yapılan ilk baskısında dünyada büyük yankı uyandıran ‘Finansal Krizlerle Geçen Bir On Yılın Dünyayı Nasıl Değiştirdiğine Dair’ alt başlığı ile yayına hazırladığım Çöküş adlı kitabı sistemin tıkandığı son noktayı ayrıntılarıyla anlatıyor.

2. “Büyük Veri,” (“Big Data”) çağında insan zekâsı, yapay zekâ benzeri ‘veri’ olmadan neredeyse düşünemez hâle geldi. Robotlar insan gibi davranırken, insanlar da robotlaşmaya başladı. Oysa bilim başlı başına rakamlardan, grafiklerden ve verilerden ibaret değildir. Aristo’nun elinde ne tür bir ‘veri’ vardı? Bugün bilimsel makalelerde fikirlerden ve felsefeden daha fazla yer tutan metodolojik yaklaşımlar oluyor. Bu da nihayetinde barkotlara indirgenen bir iktisadî ve sosyal sistemin tüm tehlikelerini barındırıyor.

3. Amerika ve Çin arasında süregelen “dehşet dengesi” bugün artık bir ticaret savaşının dışında bir varoluş mücadelesini ifade ediyor. Çin, günümüzdeki şirketlerin atası olan Londra Şehir Şirketi (The City of London Corporation) ile yakın geçmişte çok özel anlaşmalar yaparak küresel oligarşinin karşısında değil, tam tersine yanında olduğunun işaretini vermişti. Dünyanın finans merkezi olarak kabul edilen bir yerde özerk bir yönetim yapısına sahip olan Londra Şehir Şirketi bu süreçte bir belediyenin çok ötesinde özellikle önem taşıyor. Dünyaca ünlü “Time” dergisinin Kasım 2020 sayısının kapağı çok dikkat çekici. Dergi, Dünya Ekonomik Forumu (The World Economic Forum) kurucusu ve başkanı, “Kapitalizme ‘Büyük Reset’ atmanın zamanı geldi,” diyen Klaus Schwab ve Thierry Malleret’nin kaleme aldıkları çok tartışılan kitabın başlığını manşete taşımış: “The Great Reset.” Kovid-2019’a ilişkin ileri sürülen bütün komplo teorileri bir yana, dünyaya büyük “reset atıldığı” gerçeği artık bir sır değil, manşete çıkan bir olgu.

4. Bugün sanata ve özellikle şiire her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Yirminci yüzyılda atom parçalanmıştı. Yirmi birinci yüzyılda ise gerçekliğin parçalanışına tanık oluyoruz. Sanatın hayatı daha iyiye doğru yeniden üretme gücü bu noktada kendini göstermek durumunda. Sanatçı ve düşünürler yaratıcı sorumluluklarının bilinci ile sanatın toplumun bütün katmanlarına daha çok ulaşması için birlikte hareket ederek gayret sarf etmelidir. Margaret Thatcher’ın 80’lerde alternatifi olmadığını söylediği bu [kapitalist] dünyaya bir alternatif yaratmak 2000’li yıllarda sanatın başlıca görevidir.

 

SELAMİ KARABULUT / Bezden maskeden medet umar haldeyiz, bu çok trajik

Bugün teknoloji artık insanlığın yaşam biçimini ve alışkanlıklarını yok ederek bambaşka bir dünya inşa etme aşamasına geldi. Kimilerince olumlu karşılanabilir bu. İnsanlar fantastik şeylerden hoşlanır. Ama gelinen aşamayı ben hiç de iç açıcı bulmuyorum, hatta korktuğumu bile söyleyebilirim. Teknolojinin yarattığı imkânları kullanan küresel güçler, yaşadığımız yerküreyi hızla yok oluşa doğru sürüklüyor. Bütün doğa katledilerek insansoyunun sınırsız ihtiyaçlarına sunuluyor. Günlük yaşam alabildiğine kolaylaşırken insanlar da kendi doğasından koparılarak yaratıcılıkları yok ediliyor. Bilindiği gibi diğer canlılardan bizi ayıran en önemli özelliğimiz alet kullanma yeteneğine sahip olmamızdır. Elle beyin fonksiyonları birlikte gelişir. Günlük yaşamı tamamen sanal bellek denen robotlar ele geçirirse insanların yaratıcılığının köreleceğine dair endişelerim var.  Sanat ve edebiyat bilinçli bir tercihle yaşamdan uzaklaştırılmak isteniyor. Duygulara ve farklı düşüncelere yer yok yeni dünyada. İnsan soyu korkarım ki karmaşık bir varlık olmaktan çıkıp tekdüze çalışan bir makineye dönüşecek. Teknolojiye karşı olduğum düşünülmesin. Ama sezgilerim bu gidişin bizi hızla yeni bir Ortaçağ’ın kucağına atacağını söylüyor.

Gelecekte refah düzeyi tahmin edemeyeceğimiz kadar artabilir, insanlar iyi eğitim alıp işlerinde uzmanlaşacak ama hazır bilgilerle donatıldıkları için sorgulamayan, kendi yaşamına ve dünyaya yabancılaşmış sığ bir varlığa dönüşecek. Günümüzde temelleri atılan bu sürecin hızla tamamlanmak istendiğini düşünüyorum. Gidişatı engelleyecek başka bir güç çıkar mı, açıkçası umutsuzum. Çin’in üretimde küresel emperyalizmle rekabet edecek aşamaya geldiği bilinen bir gerçek. Ama pazar alanında tam bir kapitalist anlayışla hareket ettiği de ortada… Kendine yeni pazarlar yaratarak belli bir doyuma ulaştığında insanlık adına neler yapacağını kestirmek güç. Dilerim sosyalist kültürden edindikleri tecrübeyi insanlığın hizmetine sunmayı kendilerine görev edinirler.

Kovit-19 çağımızın en büyük belası…  Konformizme alışmış Batı bile doğadan gelen bu felaket karşısında çaresiz ve şaşkın… Açıkçası her derde deva bulacak kadar ilerlediği iddia edilen tıbbın bu kadar aciz kalması beni çok sarstı. İnsanlığın birikimi bezden üretilen bir maskeden medet umar hale geldi, bu çok trajik.

Kovit-19’un laboratuvarda üretilen bir virüs olduğunu söyleyen değişik çevreler var.  Doğru mudur, bilemem. Komplo teorileri ufuk açıcı olabiliyor bazen, hatta şüphecilikle beslendiği için insanın zihnini diri tutuyor. Ama insanlığın uğradığı böylesine bir felaket için komplo teorilerine değil, bilimsel verilere bakmak gerektiği kanısındayım. Henüz üretildiğine dair kesin bir bilgi yok…

Salgın, insanları birbirinden yalıtıp beton kafeslere hapsettiği için günlük yaşamdaki sıradan şeylerin ne kadar kıymetli olduğunu öğretti bize. Bir komşu ziyaretinin değerini, kafede içilen yorgunluk çayının güzelliğini, içten bir tokalaşmayı, yan yana yürümenin güvenli huzurunu… Kısacası sosyal bir varlık olduğumuzu derinden hissederek birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu anladık. Bu duyguların Hayatımızdaki yerini çoktan unutmuştuk. Hastalık onları bize yeniden anımsattı. Sanatçıların tam da buradan hareket ederek kurulacak yeni dünyada yerlerini almaları gerektiğini düşünüyorum.

Aşkın Poetikası adlı kitabımı lirizmin manifestosu olarak yazmıştım. Lirizmi sanattan kovmaya çalışanlara bir karşı duruştu o kitap. Modası geçmiş, içi boşaltılmış bir sanat anlayışı olduğu iddiası yüksek sesle söylenir olmuştu son yıllarda… Oysaki lirizm hayatın ve bireyin özüdür. Onu dışlamak demek insanın doğasına savaş açmak demektir. Elbette ki köhnemiş yanları var. Günümüz insanını anlayıp kuşatması için yeniden üretilmesi gerekiyor. 19. yüzyılın romantizmiyle yazılan bir şiir Yeşilçam filmlerindeki replikler gibi komik geliyor artık. Eğer bu belalı hastalıktan sonra yeniden kurulacak dünyada şairler bunu başarırsa küresel güçlerin elinde silah gibi kullandığı teknolojinin insanlığı mekanik bir varlığa dönüşme sürecinin önü kesilmiş olur. Şiir okuru mu kaldı? diyenler olacak… Canlı ve dinamik, hamaset tuzağına düşmemiş bir şiiri herkesin okuyacağını ve ondan payına düşeni alacağı kanısındayım. Sanat özelinde de şiir, insanın hem birey kimliğini kazanmasının önünü açar hem de onu toplamsal bir varlığa dönüştürür. Kısacası insan olduğumuzu unutmamayı sağlar. O nedenle ben gelecekteki tehlikelere sanatla göğüs gereceğimizi düşünüyorum.

 

 

 

Paylaş