BU YAZIYI YAZMAK DURUMUNDA KALDIĞIM İÇİN ÖZÜR DİLERİM
Haydar Ergülen 1980 şiirinin önde gelen temsilcilerinden biri. Şiirinin yapısına ve içeriğine baktığımızda şiirinin mekânla ortaklaştığı görülür. Ergülen için evren mekândır, insan kendi içindekilerle mekânın bir parçası ve bütünüdür. Şiirinin poetikasını açıklarken toplumcu gerçekçi olmadığını kendisi söyler. Ergülen’in başat yanılgısı toplumcu gerçekçiliği salt Stalinizmle özdeşleştirmesidir. Toplumcu gerçekçi olmadığı savını Lenin’in Gorki’ye, “Yoldaş, bu işçilerin kendi hayatları. Senden iyi biliyorlar. Onlar fabrikalarda çalışıyor. Onları onlara anlatmanın bir amacı yok ki. Onlara başka dünyaları, geleceği anlat ki zenginleşsinler fikren”1 dediği bir anekdota dayandırır. Ergülen Lenin’in sözlerini yanlış anlamış görünüyor. Lenin yaşamın sanatı taklit etmesi, geri olanı ileri, çirkin olanı güzel, yanlış olanı doğru kılma eylemini önerirken, daha iyi, daha güzel, daha adil, daha eşitlikçi, daha özgür bir yaşamı savunur. Sanatın işlevi de yaşamı geriye çekmek değil, daha ileri götürmek, yeni ufuklar açarak daha iyi bir yaşam için direnmeye ve yapma güdüsüne yöneltmektir. Bu, sanatın ilerici yanıdır, edebiyat-sanat bu ereği ancak toplumcu gerçekçi sanat algısıyla gerçekleştirebilir. Oysa Ergülen’in toplumcu gerçekçiliği reddedişi, şiirinin yapısını oluşturan dünyaya bakışında bu yanılgıya dayalı olarak Lenin’in önerdiği gibi bir tavrı yok. Ergülen bu söylem üzerinden toplumcu gerçekçi şiiri önemsizleştiriyor, ondan vazgeçiyor.
Kaba merkantilist, ilkel kapitalist düzende Marks’ın ‘Kapital’e giden yolu üzerinde 1852’de Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’ni yazdığı süreçte, iliklerine kadar sermaye ve üretim araçları sahiplerinin sömürüsüne terk edildiği ve 1917 Ekim Devrimi’ne evrilen süreçte emekçinin kendi yaşamı yoktu. O daha çok üretim araçlarının çarklarından biriydi. Günde on altı / on sekiz saate kadar yarı aç çalışır ve ertesi gün yine aynı biçimde çalışmak için ölmeyecek kadar güç toplamak, kapitalistini zengin etmek için yeniden çalışmaya hazırlanırdı. Burada önemli olan bu çarkın kendiliğinden ve bilinç reddedilerek sürdürülmesidir. Marks’ın lümpen proletarya tanımı tam da bunun içindir. Marks’a göre emekçi olduğunun bilincine varamayan emekçilerin bilinçlenme çabalarının olması için özel gerekçeleri yoktu. Aksine var olan düzenin daha düzeyli ve düzenli, sömürüsüz ve emeklerinin tam karşılığını almayı düşünmeksizin var olan yapının korunması çıkarlarına uygun geliyordu. Ellerine geçen ve onları sefil bir yaşama mahkûm eden üç kuruştan olmak, dışarıda bekleyen işsizler ordusuna ellerindeki işi kaptırmak istemiyorlardı. Sürünerek de olsa yaşamlarını sürdürebilmek için burjuva ve aristokrasiye bağımlıydılar. Böylesi yaşamı zorunluluktan kabullendiklerinden başka bir yaşam biçiminin varlığını düşünemiyorlar ya da olanaksız kabul ediyorlardı. Günümüzde de tüketim alışkanlıklarına tutsak olan, tüketmek ve var olan yaşamlarını daha kötüleştirmekten korkarak hiçbir duruşu, tavrı, düşüncesi olmayanlar aynı yaşam biçimini, hiçbir değişim olmaksızın sürdürme eğilimindedir. Yirmi birinci yüzyılda yazarın, şairlerin, felsefecinin, toplumbilimcinin sefalete bakarak bilinçlendirmenin bir anlamı olmadığını ileri sürmesi, var olan sistemin aynı biçimde devamını istemekten başka bir şey değildir. Ergülen insanlık durumlarını anlatmaksızın başka amaçlar için yazının, felsefenin vs varoluşundan yana mı tavır koymakta? Çok açık; Marks, lümpen proletaryayı çağcıllaşmanın, gelişmenin, daha iyi bir dünyanın karşıtı olarak görüyordu. Engels ‘Köylüler Savaşı’nın önsözünde, “Lümpen proletarya, bu karargâhını büyük kentlerde kurmuş, bütün sınıflardan gelen en bozulmuş bireyler tortusu, olanaklı tüm bağlaşıklar içinde, en kötü olanıdır. Bu ayaktakımı, tamamen satılık ve küstahtır”2 tanımını yapıyordu. Ernesto Laclau’da3 bu tanımları kabulle birlikte aşarak, Marks’ın sınıf çatışmasını burjuva ve proletarya olarak iki karşıt toplumsal kamp üzerinden açıkladığını belirterek daha geniş bir tez ileri sürmek gereksinimini duyumsuyordu. Yaşam standartlarının proletaryaya benzemesine rağmen, sınıf bilincine sahip olmayan ve bu nedenle de gerici birtakım entrikalara alet olabilecek güruhu da lümpen proletaryadan sayıyordu4. Ernesto Laclau, kavramı işçi tanımının ötesine götürür, sınırlarını genişletir. Laclau’nun tanımında vurguladığı gibi entrikalara alet olabilecek herkes, aydınlar, sanatçılar, aynı değerleri bilerek ya da bilmeden savunanlar da bu guruba dâhildirler.
Burada artık bilinçten değil, ‘yanlış bilinç’ten söz etmek gerekir. Georges Politzer yanlış bilinç tanımını, “Az önce, ideolojilerin, toplumun maddi koşullarının yansısı olduğunu, toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğini söyledik. Bundan, proletaryanın otomatik olarak bir proletarya ideolojisine sahip olması gerektiği sonucu çıkarılabilirdi. Ama böyle bir varsayım gerçeğe uygun düşmez, çünkü bir işçi bilincine sahip olmayan işçiler vardır. Öyleyse yapılacak bir ayrım vardır: İnsanlar belirli koşullar içinde yaşayabilirler, ama onların bu koşullar hakkındaki bilinçleri gerçeğe uygun düşmeyebilir. Bu, Engels’in ‘yanlış bir bilinci olmak’ dediği şeydir” biçiminde yapar. Politzer burada Ortaçağ zanaatçılarının yanlış bilincini örnekler, daha ileride şunları da çıkarsama olarak ekler: “Kralcı olan bir işçinin de aynı zamanda hem doğru, hem de yanlış bir bilinci vardır. Doğru, çünkü o, gördüğü, saptadığı yoksulluğu ortadan kaldırmak ister; yanlış, çünkü bir kralın bu işi yapabileceğini düşünür. Ve bu işçi, kısaca yanlış düşündüğü için, ideolojisini yanlış seçtiği için, her şeye karşın gene de bizim sınıfımızdan olduğu halde, bizim için, bir sınıf düşmanı haline gelebilir. Bunun gibi, yanlış bir bilinci olmak, kendi gerçek koşulu hakkında yanılmak ya da yanıltılmaktır.”5 Engels, ‘yanlış bilinç’ tanımını Wilhelm döneminin önde gelen Marksist politikacısı, tarihçi ve edebiyat eleştirmeni Franz Mehring`e yazdığı bir mektupta kullanıyordu. Ve Politzer doğru bilince varmak için yanlış bilincin yıkılması gerektiğini ileri sürüyordu.
Ergülen’in şiir poetikası elbette toplumcu gerçekçi değil, lirik, romantik, hatta arabesk bireyci şiirlerden oluşur. Şiirlerin içeriğinde ‘çocukluk’, ‘ölüm’, ‘aşk’ çokça yer alır. “İnandım aşk da bir mavi dildir, şiir de. Uzaktaki mavi kıza sıcak mavi mektup yazmak için tuttum anılardan da öncesini aradım. Çocukluk anılardan da öncedir. Ve aşk şiirden önce çocukluk gerektirir. Aşk olunca çocukluklar değiştirilir… Aşk deyip susmak mavi deyip susmak gibidir. Küçük kız çocukluğun içindedir, çocukluk şiirin içindedir; mavi kız olur, aşkın içindedir. Sıcak mavi bir mektubun içindedir. Bazı mektuplar şiirden ıslanır, bazı mektuplar aşkla ısınır. Bu mektup hem sıcak hem mavidir” der6.
‘Mavi’ adını verdiği şiir aynı anda şiirlerinin içeriğini gösteren bir manifesto niteliğinde kabul edilebilir:
Üstünde yağmurdan başka hiçbir şey yoktu
anlam olmak için yeterince çıplaktın
şiirin nasıl bir şey olması gerektiğini
hatırlatıyordu gözlerin, sana böyle inandım:
Ben inanmak için şiir yazıyorum, gözlerin
neyi hatırlatıyorsa ona inanıyorum, gözlerin
Cihangir’i hatırlatıyordu, hayâl içinde fakir
Üsküdar’dan o rüyaya baktım: Maviydin
bir özletip bir geri çekiyordun denizlerini!
Usul usul inandım güzelliğin hatırına yağan
yağmurun üstümüzde hakkı vardır, inandım
uzak bir mavi kızın gözlerindeki bulut
burada içimize yağacaktır, inandım, mavi
bir yağmurluğun da olsa şiirden ıslanırdın!
Gövdene de ben böyle inandım, duruydu, şiirin
nasıl bir şey olması gerektiğini hatırlatıyordu:
Öyle çıplaktın ki içinde şiirden başka
hiçbir şey yoktu, gövden neyi hatırlıyorsa
ona inanıyorum, beni hatırlamasa da, biliyorum
bazı uzaklıkların hiç mektup beklemediğini…
Bazı şiirler de bekleyemiyor yağmurun dinmesini
‘Eylül’de şiir algısına ayna tutan şiirlerden biri:
kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir,
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu…
şehir her semtiyle yazın peşine düşse
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir
eylülün semtine kadar böyle gidilir
Bu şiirlerde toplumcu gerçeklik yok, bireyci duygusallık var ve evet lirik şiirler… Ergülen şiirlerinde kendi hayatını, kendi duygularını anlatıyor. Bu onun seçimidir. Derdi de bu, bugünkü gerçekliği değil, kusursuz bir toplum varsayımıyla ütopik bir dünyanın şiirini yazıyor. Ne yazık ki böyle bir dünya henüz yok. Bu dünyanın başka sorunları var ve çözümlenmeden daha iyi bir yer olamayacak. Ergülen’in gerçekliği toplumsalı değil bireyciliği merkeze alıyor, hatta o merkeze kendisini koyuyor, ütopik cennetini düşsel dünyasının ekseninde yaratıyor.
Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası’nda şiirdeki zamansal akışın şiire içerik olarak değer katacağından söz eder. “Her şiir başıyla sonu arasında okumayla canlanıp devinen güdümlü diyebileceğimiz bir zamanı akıtır. Bir şiiri okumaya başladığımızda o şiirde konuyla birlikte, şiirin kapsamı içinde bir özel zaman devinmeye başlar ve sözcüklerle çiçeklene çiçeklene, şiirine göre bazen uzun, bazen kısa akar, akar, akar. İşte bu akış beşeri bir etkinlik olarak, bütün bir gerçekliğin içinde var olduğu nesnel zamana insanı ve ona bağlı olarak da duygu ve düşünceyi ekler. Nesnel zamanı insanla anlamlandırıp zenginleştirir. Böylece dış dünyada insandan bağımsız olarak tek yönlü akan zaman, şiirde insanla beşeri bir nitelik kazanmış olur. Gerçeklikte tekrar edilemeyen zaman, şiirin her okunuşunda tekrar edilerek okur tarafından yeniden ve yeniden akıtılır.”
Altıok’un ‘beşeri bir etkinlik’ olarak gördüğü şiirin içeriğini ve anlamını oluşturan gerçekliği ‘bütün bir gerçekliğin içinde var olan’ nesnel zamanla ölçülebilir. Ya nesneldir, ya değildir. Şair de şiire dâhil -içkin- olduğunda okur da şiirin yazılma zamanından öte okunma süreci içerisinde ya varsıllaşır ya yoksullaşır. Gerçekliği öteleyen ve gerçeklik dışı bir başka aşkınlığı hedefleyen şair, yazar, felsefeci, müzisyen, ressam vs. beşerî niteliğin toplumsalcı yanını reddederek hedefi şaşmış kurşunlar gibi yanlış adreslere götürür yapıp ettiğinin poetikasını. Ergülen’in bireysel şiir algısından, düşünsel olarak ileri sürdüğü ‘yetmez ama evet’çiliğinden, İkinci Cumhuriyetçi çizgisinden yola çıkarak, Lenin’in geri olanı ileri, çirkin olanı güzel, yanlış olanı doğru kılma eylemini, daha iyi, daha güzel, daha adil, daha eşitlikçi, daha özgür bir dünyanın kurulabileceği önermesini İkinci Cumhuriyet yanılsamasının ardına takılarak, başka bir dünya beklentisini önerdiğinde yaptığı budur.
BirGün’de ‘Önemsiz Günler ve Haftalar – 10”da ‘Özür Haftası’ alt başlığı altında yazdığı yazının başlığı da bu nedenle yanlıştır. Kaldı ki yazısında özür için, “Özür dilemek, her şeyi iyileştirmez elbette, eski haline getirmez, gidenleri, yitenleri de geri getirmez, fakat bir pişmanlık beyanı olduğuna, içtenlikle yapıldığında da gelecekteki olası yanlışlıklardan koruyacağına, hiç olmazsa ders çıkarılacağına kuşku yoktur. Eskiden olduğu gibi yenilerde de, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özür dileyecek pek çok şey olmuştur ve özür dilemesi gereken pek çok insan vardır. Özür aynı zamanda insanın vicdanıyla ilgili bir eylemdir. İnsanı insan yapan erdemlerden biri diye abartmayayım ama insanın içinin rahat olması, en azından hatasını kabul edip yanlışından dönmesi yolunda atılmış bir adımdır” demesine karşın, bunu ‘Önemsiz Günler ve Haftalar’ başlığıyla yayımlayarak önemsizleştirmiş oluyor. Üstelik özür dilemenin ne denli zor bir erdem olduğunu arabeskleştirerek söylese de… “Of be, ne zor şeymiş hakkatten de özür dilemek, dilemeyi bırak, özür dilemek üstüne yazmak bile insanı bayaa bi terletiyormuş! Olsun dostum, özür dilemek iyidir, ayakların yerden kesilir, başın göğe erer, kendini bulutlarla bir sanırsın, kuşlar yoldaşın olur, kilo verirsin hem vücuttaki hem ruhtaki fazlalıkları atarsın, gençleşirsin, aynalar yeniden yüzüne gülmeye başlar, dilin biraz kısalır ama olsun boyun uzar, kim bilir belki yeniden çocukluğun tutar, daha önce deneyip de yapamadığın şeyleri yaparsın, öyle ya özür dilemek de bunlardan biri değil miydi7?” Bu anlatı biçimi Önemsiz Günler ve Haftalar’a uygundur. Ancak özür dileme biçimi olarak uygunsuz ve yakışıksız olduğu ortadadır. Özür diliyorsan, yaptığından pişmansan özür dilemeyi önemsiz günler ya da önemsiz haftalar olarak nitelendirmek özür dilemek değil, ironik olarak alaysımadır. Ergülen yazısında bir özeleştiri yaparak özür diliyor. “Özür diliyorum. İkinci Cumhuriyetçi, Yetmez ama evetçi, liberal, özgürlükçü soldan pek çok insanın da özür dilemek istediğini düşünüyorum ve inanıyorum. En azından bunun bazı işaretlerini bazı açıklamalarda, yazılarda, konuşmalarda görüyorum. Orhan Pamuk’un Ayasofya demecindeki gibi… Bilmiyorum belki de birileri tarihi bir metin yazar, ‘özür diliyoruz’ diye ve özür dileme gereksinimi duyan, pişman olan, vicdanı sızlayan kim varsa bu bildiriyi imzalar, imzalarız. Sonrası mı? Sonra da yeniden demokrasi, çağdaşlık, cumhuriyet, laiklik, sosyal hukuk devleti isteyen, şeriat rejimine karşı olan, tam da hilafetin konuşulmaya başlandığı bugünlerde, dinin devlet işlerine karıştırılmasına karşı çıkan, parlamenter sisteme dönülmesini isteyen herkes, her siyasi hareket bunun için bir araya gelir, gelmelidir.”
Politzer’in de vurguladığı gibi düşünsellik yaşam koşullarının yansısından başka bir şey değildir. Nasıl yaşıyorsak öyle düşünürüz ve kuşkusuz ki yanlış yaşam doğru yaşanmaz. Marx’ın söylemiyle bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçlerinin bütünüdür. Bilinç bu nedenle toplumsal yaşamın ürünüdür. Özürden çok daha önemli olan özür dilenmeyecek bilince sahip olmaktır. Sartre özgürlüğe ancak insanın kendi özgürlüğünün bilincine varması ile ulaşılabileceğini söyler. Bu süreç sıkıntılı ya da kendindeki sorunun açığa çıkarılmasıyla gerçekleşebilecektir. Carl Gustav Jung da, “Siz bilinçaltınızı bilince dönüştürene kadar, o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona ‘kader’ diyeceksiniz” der. Yetmez ama evet söylemi bilinçsizliğin sonucu değildir, bilinçli bir seçimin sonucudur. Bu sav, ortada yanlış bilince ilişkin bilginin bilindiği ancak buna karşın yine de onaylandığı anlamını içerir.
Ergülen özür dileyecekse söz konusu yazısında belirttiği gibi ‘zorlanarak’, ‘terleyerek’ yapmamalı. Yanlış bilinci bilinçli olarak yeğlediği ve neden sonra bunun yanlış bilinç olduğunu kavradığında da ‘ayaklarının yerden kesilmesine’, ‘başının göğe ermesine’, ‘kendini bulutlarda, kuşlarla yoldaşlık etmesine’, ‘kilo vermesine’ vs. gerek yok. Bu kadar abartmak özrün gerçek anlamını, işlevini ve değerini yitirmesinin gerekçeleri sayılabilir. Bu duygularla özür dilemek yanlış bilincin ironiyle anlamsızlaştırılması olarak düşünülebilir. Özür dilemek yanlış bilincin bilinçle kavranmasıdır, yoksa özür dilemek daha sağlıklı bir vücuda sahip olmak için diyet yapmak, ‘vücuttaki’ ve ‘ruhtaki’ fazlalıkları atmak, ‘gençleşmek’, aynalarda kendini daha fit görmek anlamına gelmez. Ergülen yanılıyor, özür dilemek bunları yapmak değil, yapmaması gerektiğini yaptığı için yaptıklarının sonucuna katlanmak ve bir daha yapmamak üzere gereken bilince sahip çıkmakla ilintilidir. Bunu yapabilmek için de özel haftalara, hele özellikle de ‘Önemsiz günler ve haftalar’ düzenlemeye gerek yok. Önemsiz bulduğunuz yanlış bilinç doğru sonuçlar üretmez. Hele sezgileri sıradan olanın ötesinde olan bir şaire önemli gün ve haftalar olarak kabul edilmesi gerekenin önemsiz gün ve hafta olarak sunulması özrün kara mizahı olarak tersten ifadesinden başka bir şey değildir. Özrünüz kabul edilir ya da edilmez ancak özrünüzün arkasında ciddiyetle durmak ve yanlış bilincinizden doğru bilinç aşamasına onu kitchleştirerek varmak aslında özür dilememekle eşteşdir.
Şu söylem değerlidir: “… elbette ikili ilişkilerden, ailelerden, arkadaşlıklardan, komşulardan partilere, siyasal hareketlere, yani bireysel olandan toplumsal olana dek, bir özür kampanyası başlatmak gerek. Ülkemiz için, çocuklarımız, gençlerimiz, ağaçlarımız, çiçeklerimiz, fidanlarımız, toprağımız, göğümüz, suyumuz, birliğimiz, dirliğimiz, iyiliğimiz ve en çok da kadınların kadın gibi yaşayabilmesi için, özgürce dolaşabilmeleri, ikinci sınıf görülmemeleri, korkusuzca, mutlulukla, sevinçle, yaşamak güzel şey diyebilmeleri için!”
Özür dilemek geçmişi değiştirmez de belki geleceğin önünü açar.
Ama ciddiyetle!
———————
1BirGün Pazar, 10.02.2019. Ergülen’le yapılan söyleşi, söyleşi içinde bir yerde Burak adı geçiyor, Burak Abatay olmalı.
2Engels, Köylüler Savaşı, s. 13.
3Arjantinli Post- Marksist siyaset kuramcısı.
4Bkz. Deniz Kundakçı, Pragmatizm versus Post-Marksizm, Rorty ve Laclau-Mouffe Örneğinde İki Farklı Demokratik Siyaset Anlayışı, Hiperlink Y., 2015, sayfa 163.
5Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sol ., 1996.
6Haydar Ergülen, ‘Haziran, Tekrar’, Kırmızı Kedi Y., 2016.
7Haydar Ergülen, BirGün, 02.08.2020