Doğduğum, büyüdüğüm evimizi yıllar sonra bir kez daha göreceğim. Değişik duygular içindeyim. Evimize doğru yaklaştıkça kalbim hızlı atmaya başladı. Evimizin önünde durdum, hüzünlü hüzünlü baktım: Evin rengi gitmiş, pencerenin camları kırılmış. Çöken çatının üzerinde gölgelerimiz geziniyor. Evin duvar sıvaları dökülmüş. Duvardan süzülen sesler kulağımda yankılanıyor. İncir ağaçları, yıkılmış çatının kederini örtmek istercesine dal budak salmış. Evin giriş avlusunda babamın diktiği erik, kayısı, ayva ağaçlarının dalları kurumuş. Paslanmış, demir çardak üstünde asmanın yaprakları boynunu bükmüş, yaşam mücadelesi veriyor. Duvarın dibinde gözyaşlarımın yeşerttiği dargın, ölü çiçekler sararmış. Kendi kendime mırıldandım: “Nerede bahçedeki menekşeler, güller, sümbüller? Nerede mis gibi kokan iğde ağacı?” Zamana karşı koyamayan evimizin ahşap pencerelerinden yansıyan anılarım gözlerimde canlandı. Cıvıldaşarak uçan serçeler, guruldayarak evin çatı boşluğuna konan güvercinler evi terk etmiş. Kapıda yıllanmış kilit, bacada baykuş, zaman kuytu, evimiz kör ve bomboş, üstüne çöken ölüm suskunluğu…
“Yıllar sonra ben burada ne arıyorum?” diye kendi kendime sordum. Herakleitos’un, “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” sözünü anımsadım. Evet, ben her şeyin aktığı, değiştiği bu dünyada evimizde saklı olan ruhumu aramak için mi geldim buraya?
Dikkatimi ilk çeken, evimizi terk ettiğimiz günkü gibi sapasağlam duran mavi kapı oldu. Yangın yerine dönen evin kapısı, yeniymiş gibi dimdik ayakta duruyor. Gördüklerim irkilmeme neden oldu. Evimiz geçmişe gömülüyor. Direnen tek şey, mavi kapının üstünde masmavi gökyüzü…
Evimize bakarken hüngür hüngür ağlayarak eve geldiğim o günü anımsadım; içim bir kez daha cız etti.
O gün okulda tarih öğretmenimiz Kanuni Sultan Süleyman döneminde geçen bir olayı anlatıyordu. Kanuni; çok sevdiği kızı Mihrimah Sultan’a paşaları arasından eş arıyormuş. Diyarbakır’da görevli Rüstem Paşa’nın damat adayı olmasını uygun görmüş. Bu sıralarda padişahın çevresinde Rüstem Paşa’ya rakip olanlar, paşanın cüzamlı olduğu söylentisini yaymışlar. Bunun üzerine İstanbul’dan Diyarbakır’a doktorlar gönderilmiş. Rüstem Paşa bir gün hamama girdiğinde doktorlar paşanın giysilerini kontrol etmişler, giysilerinin arasında bit bulmuşlar. O dönemlerde bitlerin cüzamlılara dokunmayacağı inanışı yaygın olduğundan doktorlar tarafından Paşa’nın sayrı olmadığını İstanbul’a iletmişler. Bunun üzerine İstanbul’a çağrılan Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan’la evlendirilmiş. Paşa, sadrazamlık görevine getirilmiş. Rüstem Paşa’ya bu olaydan dolayı “Kehle-i İkbal”, yani “bit sayesinde sadrazam olan paşa” denmiş.
Öğretmenimiz anlatımını sürdürürken sınıfın kapısı açıldı, okul müdür yardımcısı sınıfa girdi. Arkasından tombul yüzlü, avurtları şişkin, gür kaşlı matematik öğretmeni Fıçı Selma da göründü. Elli yaşlarında olan, içinde duygu kırıntısı taşımayan, hiç evlenmemiş Fıçı Selma’nın burnu Kaf Dağı’nda… Yürürken kasınıp şişinen, başkalarının acı çekmesinden zevk duyan, ekşi suratlı, semirgen, etli butlu Fıçı Selma bana doğru seğirtti.
Müdür yardımcısı, “Okulumuzda bit salgını var, kontrol yapılacak” dedi. Boyum uzun olmadığından sınıfta ön sırada oturuyordum. Öğrencisini küçümseyen, açığını arayan, aşağılayan, eğlence konusu yapan Fıçı Selma saçlarımda bit aramaya başladı. Arşimet gibi bağırmaya başladı: “Buldum, buldum, buldum…’’ Saçımda bulduğu biti müdür yardımcısına gösterdi. Müdür yardımcısı, “Bu, bitin küçüğü yavşak” dedi.
Oturduğum sırada omuzlarım düştü, yüzüm soldu, dizlerim çözüldü. Anlamsız bir şekilde gözlerim boşluğa daldı. Kanatlarım kırıldı. Böğrüme saplanan bıçak kanattı içimi, hıçkırarak ağlamak istedim, acısı duyulmasın diye sustum, boğazım düğümlendi. İçimde kızıl bir gül gibi öfke belirdi. Ruhum yaralandı, yarıldı bedenim, sersem ve huzursuz oldu yüreğim. Fıçı Selma, duygularımı incitti, içimdeki capcanlı çocuğu öldürdü.
Sevgi dolu bir soluğa, güzel bakan bir çift göze gereksinim duydum, evimize doğru yürümeye başladım soluk soluğa. Bana can veren evimizin mavi kapısını hızlı hızlı çaldım. Annem, “Kapıyı kıracaksın kızım” dedi. Benim hıçkırarak ağladığımı gördü. “Üzüm gözlüm” diyerek beni bağrına bastı, sevgiyle sarıp kollarına aldı. “Ağladığına göre seni üzmüşler, senin üzüntünü anlıyorum. Aldırma. Sen benim en değerlimsin. Seni kimse üzemez!”
Anneme başımdan geçenleri anlattım. Fıçı Selma beden dengemi bozdu, duygusal gerilim içindeyim. Varoluşsal boşluk beni boğuyor. Yaşamın bir anlamı yok, boğuluyorum, başım dönüyor, deliler gibi umarsızım, buz kesiyor her yanım…
Annem, “Üzülme, her şey geçer” deseydi anneme de güvenim kalmayacaktı. Annem, benim üzülmemem için neler yapmam gerektiğini anlatmaya başladı:
İnsan, içinde hem iyiliği hem de kötülüğü barındırır. Nefretin ve kötülüğün ötesinde bir yer düşlemelisin. Gökyüzünün mavisinde yıkanarak arınmalısın. Korkularını yenip karla kaplı yalçın kayaları aşmalısın. Yarınlarını çalmalarına izin vermeden bilginin peşinden gitmelisin. Kendine ve insanlara yarınlarını seveceğin bir dünya kurmalısın. Gökyüzünün mavisi gönlüme aksın diye dilekte bulun, düşlerini sevgiyle gerçekleştirmek senin elinde. Yarınlarda güzel günler seni bekliyor.
Annem bu sözleri söyledikten sonra, “Babanın işçi olarak Almanya’ya gitme isteği kabul edildi. Yakın zamanda Almanya yolu bizi bekliyor” dedi.
Annemin sevgi dolu sözleri gönül telime dokundu, söylediği sözler boşlukta yankılanıp bana geri döndü. Kanayan yaram dindi, sakinleştim. “Ruhumda akan azgın suların durulması için neler yapabileceğimi tasarladım. Yılgınlık yok, dayan yüreğim, güzel günler seni bekliyor” diye kendi kendime söz verdim.
Sarsak, başarısız, sinik, kendine yabancı bir ömür sürmek yerine, özgüvenli, kararlı adımlarla yürümeye karar verdim. Belleğime gömdüm nefreti. Gören gözleri sayrı, gönlü mühürlü, içimdeki öfkenin önünde yürümenin bana yakışmayacağını anladım. Sevgiyle gönlümde sevgi çiçeklerinin açmasını diledim. Dünyayı, sevgi çiçeklerinin renkleriyle boyamaya karar verdim. Olumsuz düşüncelere çelik duvar örmek; yılgınlığa, umutsuzluğa yer vermemek öncelikli amacım olmalı diye kendi kendime söz verdim. İnsanları düşman olarak görmenin çıkar yol olmayacağını anladım.
Annem olmasa bu acıyı tek başıma çekemezdim. “Unutan iyileşir” sözünü usumdan hiç çıkarmadım Nietzsche’nin. Bilinçaltında biriken acılarımı unuttum. Karanlığın geçmişte kalmasını istedim, yüreğimde fırtınalar kopmasın, yanardağ gibi patlamasın diye…
Başkalarının çiçek getirmesini beklemedim. Kendi bahçemde çiçeklerimi yetiştirdim. Karda açan kardelen çiçeği oldum. İçimdeki cevheri özenle işledim. Asla yılmadım, hayallerimin peşinden koştum. İlmek ilmek halı dokudum, can kafesime beyaz bir güvercin kondurdum. Çağlayan oldum, gökyüzünden mavinin umudunu indirdim. Kutup yıldızının aydınlığı yolumu bulmama yardımcı oldu. Ressam V. Van Gogh’un resimlerindeki ayçiçeği oldum, yüzümü sürekli güneşe döndüm. Almanya’da güzel okullar bitirdim. Bu ülkede uluslararası bir kurumda önemli bir görevi yerine getiriyorum.
Evimize bir kez daha baktım. Belki de bu, evimize son bakışımdı. Yapsatçı buraya gökdelen dikecek. Kimin söylediğini anımsayamadığım, “Nereye giderseniz gidin, hâlâ kendi ruhunuzu arıyorsunuzdur” sözü kulaklarımda çınladı. Evimizin soluğuyla ısınmak istedim. Ahşap pencerelerden yayılan nem kokusu her yanıma sindi. Yas kılıcını kuşandım. Ruhum hüzünlendi, geçmişin kınında birikmiş anılar yağdı yüreğime.
Başımı öne eğip yürümeye başladım. Ruhuma yağdı gökyüzünün mavisi. Anılarımda üşüdüm, gözlerim dalıp dalıp gitti. Gün battı, deniz kanadı, sallandı dağlar. Yağmur yüklü kara bulutlar rüzgârla birlikte sürüklendi. Gök gürledi, “Her an yağmur bastırabilir” diye mırıldandım.
Evimizin yakınında bulunan parkı görmek istedim. Parka doğru yürürken aynı sokakta oturduğumuz sınıf arkadaşımla karşılaştım. Arkadaşım heyecanlı heyecanlı, “Matematik öğretmeni Fıçı Selma geçen günlerde yalnız başına yaşadığı evinde öldü. Ölümünden birkaç gün sonra kokmuş ve kurtlanmış cesedini buldular, duydun mu?” diye sordu.
Donup kaldım. Beni ne acılarla boğan Fıçı Selma acaba vicdan azabı çekerek mi öldü? Aklımdan geçeni arkadaşıma söyleyemedim. Ahmed Arif’in, “Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmazsa insan olmaz yüreğim” sözünü söyleyebildim.
Çocuk parkının kenarında, lise yıllarında pamuk helvası aldığımız adamı gördüm. Genzimi yaktı, yanık şeker kokusu, poşet poşet pembe pamuk helvası. Pamuk helvasında saklı gençlik sevinci, gençlik günlerimiz ne güzeldi. Deniz gibi berraktı gençlik günlerimiz, pembe düşlerle doluydu oyunlarımız. Ne yaptın pamuk helvacı? Helvaya dolandı ömrümün çilesi, çözülüp gidiyor.
Anılar şelalesinde akarak park yolunda yürüyüşümü sürdürdüm. Gençliğimin baharını, duygularımı, coşkulu günlerimi anımsatan, ünlü şair Kavafis’in dizeleri evimizin mavi kapısından yankılanıyordu: “Bu anıyı anlatmak isterdim… / ama nasıl solgun… hiçbir şey kalmamış gibi- / çünkü uzaklarda gömülü, ilk gençliğimin yıllarında. / Yaseminden gerilmiş bir ten… / o / Ağustos gecesi? Ağustos muydu? – o gece… / Yalnız gözleri hatırımda hayal meyal; gözleri, sanırım maviydi… / Evet evet, mavi, gökyakut mavisi.”