Şapkası Çiçek Dolu Şair AYDAN AY

Otuz yıl önce (9 Ocak 1990) bir kış gününde “Üstü kalsın” diyerek göçtün bu dünyadan. En son yaklaşık kırk yıl önce görüşmüştük. Paris’e gitmeseydim, belki daha çok görüşürdük. “Üç Çiçek Yayınevi”nden 1983’te çıkmış bir kitap şu an elimde… Babamın kitapları arasında buldum, Üvercinka’yı… Sarı sayfalarını biraz daha sarartmış geçen yıllar. Sana mektup yazmaya karar verdim. Cemal Amca diye hitap etmiyorum. Ben büyüdüm, yaş aldım ve sen hep 59 yaşında olacaksın.

Afrika dâhil bütün kara parçalarında şiirinin küllerini aşktan doğurup savuran, çocukluğumun – gençliğimin Cemal Süreya’sı…

Kehanet 85 adını verdiğin şiirinde, “Lokman şair senin hayatın / Yedi kırlangıcın hayatı kadar / Altısını ardı ardına yaşadın / Bir kırlangıcın daha var,” demiştin… Kendine yedi kırlangıç ömrü biçerken bir kırlangıç ömrünü ortalama dokuz yıl hesaplamıştın ama son kırlangıç hayatının ancak dört yılını yaşayabildin. “Üstü kalsın” dedin…

Senin sonsuzluğa gidişin üzerine, babam ağlayarak, “Şiirimizin Yalvacı Cemal Süreya’ya Mektuptur” adlı yazısını hazırlamıştı:

“Otuz yedi yıldır şiir yazan, 1957’den bu yana da altı şiir kitabı (öbür türdekileri saymıyorum) yayımlamış olan çağdaş dervişim Cemal arkadaşım bizi dayanılmaz acılar içinde bırakarak dünyamızdan göçüp gidince, ondaki ölüm düşüncesi üzerinde durmak istiyorum. Sen bizlerin; yazarların, ozanların, ressamların, oyuncuların, aydınların gönlündeydin! Gömütlükte şöyle bir doğrulup da baksaydın, şaşalardın, seni o kadar çok sevenlerinin olduğunu görerek…”

Babamın Kasımpaşa – Kulaksız, 11 Ocak 1990 tarihli günlüğünde ise:

“Gömütlük kalabalık. Çiçekler, çiçekler… Ah canım Cemal, ne kadar da sevenin varmış. ‘Sığınacak yer kalmadı. Chagall’daki eşeğin gözünden başka’ diyordun. Oysa senin o kadar sığınacak yerin, arkadaşların vardı ki… Gömütlüğün şu kalabalığı da bunun kanıtı… Cemal gömüte, ak bir çuval içinde (tabut yok) konulunca, bir ara kötüleştim. O an bir bayan koluma girdi. Kimdi tanıyamadım bile. Bilincimi yitirmiş gibiyim. Can Yücel, Yaşar Kemal, Doğu Perinçek, Mehmet Ali Aybar vb… tanıdıkları görüyordum, sis içinde…”

Babam Behzat Ay’ı çok severdin. “Meksikalı Eskimo” diye bir ad takmıştın. Bazen de, “General Behzat”  diye takılırdın. Babam da günlüklerinde sık sık senden bahsederdi, bilirsin:

“Cemal Süreya, numaralı günlüklerinin 230’unu bana ayırmış. ‘Gelelim Biz Meksikalı Eskimo’ya…’ diye başlamış. Şaka bir yana, bu adı sevdim diyebilirim. Alıştım. Zaten sevmek, biraz da alışmak değil mi? Cemal biraz çokça abartıyorsa da, önemli değil. Sözgelimi, ben, özel bir arabaya çarpmadan, araba bana çarptı. İnsan bile bile kaza yapıp bir yanlarını kırdırır mı? Sevi yolunda üstelik!”

Babam, Kadıköy, 10 Kasım 1982’ tarihli bir günlüğüne şöyle not düşmüş, mutlaka okumuşsundur:

“Dumanlı bir çayevinde Cemal Süreya’yı buldum. Son yazdığı şiiri okudu. Sonra şurdan burdan, dergilerden konuştuk. Ben beş gündür anıt yapıt Söylev’i yeniden okuduğumdan, etkisinden kurtulamamış olup aylık dergilere göz gezdirememiştim. Dergiler konusunda dağarcığım boştu yani. Susuyordum… Cemal ‘bugün nerde içeceksin?’ deyince:

–Erkeksen iç, bugün 10 Kasım, dedim.

Sözümün iki dizelik bir şiir olduğunu, Özdemir Asaf’ça iki dize olduğunu söyledi. Ben de “Arif Dino’ca olamaz mı?” diye sorduktan sonra Arif Dino’nun “Döner kebap dönmez olsun” adlı şiirini anımsattım. Güldük. Kendi kendimizi dalgaya almıştık.”

Sana yazarken aklıma geldi, hatırlar mısın bilmem:

Bir gün okul – sınıf arkadaşım Cezmi’yle (Ersöz), dersimiz bittiğinde, caddenin kıyı kaldırımından tren istasyonuna doğru ağır ağır yürümüştük. Soluğu Bostancı’daki İstasyon Çayevi’nde almıştık. Bostancı Tren İstasyonu artık yok ama karşısındaki İstasyon Çayevi, halâ dimdik ayakta. Omuz omza bir kalabalık doldurmuştu, istasyonun önünü.  Gidenler gelenler… Masada kimler yoktu ki: Babam, sen, Salâh Birsel, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Halim Uğurlu, Sabahattin Kudret Aksal, İsmet Kemal Karadayı, Hâkim Hayati Zorlu… Herkesin imreneceği zengin bir masaydı! Edebiyattan konuşuyordunuz. Şair, yeni bir şiir yazmışsa ya da bir öykü yazılmışsa ceplerinden çıkartıp okurdunuz bu masada. Birtakım oluşumlar hakkında tartışmalar yapardınız. Bu tartışma çayevinden sonra akşam meyhanede aynı heyecanla ve aynı yoğunlukta sürerdi. Cezmi’yle ben usulca masaya ilişmiştik.  Babam, bir dergi için seninle bir söyleşi yapıyordu. Cezmi’yle ben, her konuşulanı dikkatlice dinledik. Babam sana şöyle seslenmişti:

Cemal, ilk kitabın “Üvercinka” 1958’de, ikinci şiir kitabın “Göçebe” 1965’te, “Beni Öp Sonra Doğur Beni” 1973’te yayımlandı. Birinci ile ikinci arasında 7 yıl, ikinci ile üçüncü arasında 8 yıl süre var. Ve bu 15 yıllık süre içinde maliye müfettişliği, dergi yayımcılığı, çevirmenlik gibi işler yaptın. Geçimini sağladığın bu işlerle yükümlü olmasaydın daha çok yapıt vermen olanaksaldı. Ne dersin? Ayrıca Darphane işleri çalışmalarını engellemiyor mu?

Sen, masanın yanında birden beliren garsonun elindeki tepsiye, tepsideki çay bardaklarına, tabaktaki şekerlere bakıp yanıtlamıştın:

Ben pek sanmıyorum Behzat. Çünkü o işleri yapmasaydım, başka bir iş yapacaktım. Diyelim gazeteci olacaktım. Bununla ikinci mesleğin engelleyici durumunu söylemek istiyorsan, bu herkes için doğrudur. Sözgelimi, senin de öğretmenliğin var. Yok benim yaptığım işlerin ayrıca köstekleyici bir niteliği olduğunu söylüyorsan, diyorum ki, “hayır”; bu işlerle başka işler arasında pek bir ayrım yok. Yine de daha elverişli ikinci iş vardır herhalde. Biz bulamadık. Darphanede kabartma sanatı uygulanır, eh bizim şiirimizde kabartma bir şiirdir. Kabartma olan her şey erotiktir ayrıca. Sonra biliyorsun, şair Nef’i de bir zamanlar darphane yöneticisiydi.

Babam başka bir soruya geçmişti:

Eleştirmenlerin senin üstüne yazdıkları ve yargıları yazdıklarını etkiledi mi?

Sen hemen yanıtlamıştın:

Eleştiriyi edebiyatı zenginleştiren bir kurum olarak görüyorum. Bu anlamıyla, yani edebiyat olarak eleştirinin benim üstümde çok genel bir etki uyandırdığı bir gerçek. Ama benim şiirlerimin değişmesi yönünden hiçbir eleştiri etkili olmamıştır bende.

O gün – diğer günler bir peçeteye bizim portrelerimizi çizerdin. Koruyamadık, değerini bilemedik o çizimlerinin… Bazen bir örnek giyinirdiniz babamla. Birer fular almıştınız, hiç unutmam. Babamınki, bordo üzerine beyaz, seninki yeşil üzerine beyaz puanlı… Her rastlaştığımızda, “şiir okuyor musun” diye sorardın. Başımı emme basma tulumba gibi sallayıp, “Şiir değil, roman okuyorum” derdim. Bilmem ki niye? Çocukluk!

İlk kitabın Üvercinka (1958) ile İkinci Yeni’nin temel karakteristiğini anlatmak için ilk elden başvurulan şiir örneklerini verdin. Senin, özellikle, “Gül” şiirindeki şaşırtıcı “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene” ve “ Üvercinka” şiirindeki “ Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” dizelerin Türk şiirinde yeni bir söyleyiş ve duyarlığın sembol örnekleri olmuştur. Şiirin senin, “cüretkâr” tarafındı. Portreler yazdın. Döneminin şairleri, politikacıları, şarkıcıları, senin zekânın merceğinden geçerek yer aldı “99 Yüz”de. Bir portren de babamdı.

Babamın günlüklerini okuduğumda, geçmişe – anılara geri geri yürüdüğümü hissediyorum. Ne çok anınız var öyle… Hep babamla özlemle hayal ediyorum seni, karşılıklı:

Cağaloğlu,6 Nisan 1982 tarihli günlüğünde:

“Cumhuriyet Gazetesi’nden Mehmed Kemal’le çıktık öğle üzeri. Gazeteciler Cemiyeti Lokali’ne gittik. Yemek yer içki içerken, bir yandan da dergilerden konuşuyorduk. Can Yücel, ardından Cemal Süreya gelmesin mi masamıza? Kahkahayı koyuverdik… Söyleşi koyulaşmıştı. Zaman uçarcasına geçiyordu.

Kadıköy, 5 Şubat 1983 tarihli günlüğünde:

“Posta kutumdan birkaç mektupla birlikte Aziz Nesin’in mektubunu aldım: Moskova’ya göndermiş olduğun geçmiş olsun telgrafına ve 18 Ocak tarihli mektubun için çok teşekkür ederim. Ben de seni özledim, diye başladıktan sonra epey beni eleştirerek ‘haklı olarak’ öğütte bulunuyor. Bitirirken, ‘Çatalca’da olacağım, bir gün Vakfa gel. Olabilirse Cemal Süreya’yı da getir. Cemal Süreya’yı seviyorum, bir de sözünde dursa…’ diye sürdürüyor. Sonra selam, mutluluk, başarı dilekleriyle bitiriyor mektubunu.”

Cağaloğlu, 26 Ekim 1987 tarihli günlüğünde:

“Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu, Ece Ayhan, Tan Oral, Ahmet Necdet, Necdet Ökmen ile birlikteyiz. Ece Ayhan sık sık Gergedan’dan söz ediyor. Dergiyi değil de, hayvanı, hayvanın beden yapısını gözlerimin önüne getirdim. Sonra bir gülme tuttu. Masadakiler, ‘Niye gülüyorsun?’ diye sormalarına karşın, bana bakıp kendileri de gülmeye başladılar. Gülme nöbetim bitince de bir öneride bulundum masadakilere: ‘Bu pazartesi toplantılarının adını Gergedan Günleri koyalım. Uygun buldular. Ece bile… Benim Beşiktaş’a gitmem gerek. Cemal’le Ahmet Necdet Karaköy’e dek benimle gelmeyi kararlaştırdılar. Muzaffer Buyrukçu, İskelede ‘Yayla’ var. Ben de sizinle geleyim. Siz orada birer duble daha atarsınız, dedi. Hep birlikte kalktık.”

“Şairin Hayatı Şiire Dâhil” demiştin ya hani, hayatında önemli bir yer tutan ve sende derin izler bırakan sürgünlüğünü hatırladım: “Yüzyılların bıraktığı iz taşta / Hangi taraftan esse rüzgâr / Zonklatır, sonra ortaya çıkarır / Kayalara sıkışmış bir tarihi / Bir isyanı, bir dostluğu, bir yenilgiyi.”

Anılarının kökeninde yer etmişti. Küçükken, altı yedi yaşında doğduğun yerlerden, evinden, akrabalarından, arkadaşlarından kopartılmıştın. Annen ölmüş, baban yoksul düşmüştü. Bunlar yer etmiş sende, sanatçı duyarlılığını etkilemiş, silinmezler…

Yoksulluk seninle başlıyor

Bütün kara parçalarında,

Afrika dahil.

Kızkulesi”nin düş getiren pay senetlerinden başka, şiir de dahil hiçbir şeyden rant beklemedin. Üç anayasa arasında büyüsen de senin için “şiir anayasaya aykırı”ydı.

“Bu hükümet / Pir Sultan’a pasaport vermiyor, / Onu anladık / Yunus Emre’ye de / Basın kartı vermiyor,/ Onu da anladık / Ama bu hükümet / Ferman çıkarmış / Karacaoğlan’ı / Otobüse bindirtmiyor.”

Şiirinin adı “Hükümet”, 1989’da yazmışsın. 2020’de şu günlerde geçen onca yılda, ne değişti? Hiçbir şey!

Humoru, ironiyi ve erotizmi çok sevdin. Ayrıca tarih eksik olmadı şiirlerinde:

Şelaleye düşmüştür zeytinin dalı

Celaliyim, celalisin, celali.

Hüznün de ustasıydın:

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında

Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını.

Atını doludizgin süren bir göçebeydin. “Sıcak Nal” hiç soğumadı.

Ben atımı böyle sürüyorum ya

Yetişmek için mi bilmem kaçmak için mi?

 

Bir soruşturmaya verdiğin yanıtta (Gösteri Dergisi, Ağustos 1982) nalın sıcaklığını yeterince duyumsattın bize:

“Herhangi bir günümü anlatsam, beni tam göstermez bu. Günüm günüme uymuyor. Yirmi dört saatimi değil de, haftamı nasıl geçirdiğimi sorsaydınız daha düzenli bir şey ortaya çıkabilirdi.”

Bu kısa ömrüne çok şey sığdırdın. Şiirin üstüne bir başka sevgili bile getirdin. Düzyazıyı da çok sevdin yani… Düzyazıların düzeyli, şiirsel ve birikimli… Söz ırmakları çoğalttın şiirinde, yeniden yeniden çoğalttın. Gülten Akın’ın dediği gibi, “İkinci Yeni” seninle bir bayrak dikmiş oldu.

Savaştan da kırandan da olsa

Veremle de sıtmayla da gelse

Lacivert çıngıraktır ölüm

senin için…

Sen; ‘yurdumsun ey uçurum’ diyen, uçurumda açan çiçektin. Dergicilik de senin için bir sevda işiydi. Belli aralıklarla çıkardığın Papirüs, senin her şeyden sakındığın sevgilin gibiydi. Şiir senin yaşamındı.

Kadıköy’e her gittiğimde, denizin kıyısında durup denize bir sigara atıyorum… Ve dediğin gibi, “sabaha kadar yanıp duruyor.”

“Şapkan Dolu Çiçekler” hiç solmadı, hep yeşeriyor. Şiirlerin yetmez, denemelerin, portre yazıların, günlüklerin okunmalı, okunmalı…

Sanki içine doğmuş gibi, sanki sonsuzluğa gideceğini hissetmiş gibi… Ne demiştin:

“Her şairin requiem’i yok mudur dünyada?”

“Requiem ağıt değildir bence. Ağıtta ölüyü geri isteme var. Requiem uzlaşmadır. Ölen için önemlidir. Benimki sevinç olmalı. Şöyle demeliyim: Benden bu kadar arkadaşlar, özür dilerim.”

Ölüm mü?

Bir gölün dibinde derin uykudasın

Denizler?

Tanrılar karıştırır durur denizleri.

Sana şikâyette bulunmak istiyorum:

Ne yazık ki, “Kan var bütün kelimelerin altında.”

Ne yazık ki, “Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu, namussuz bir çağ bu” biliyorsun…

Özgürlük desen halâ gelmedi, yasağını çiğnemeden ölüp gidiyoruz…

Ayrıca adam, kadın ve çocuk, halâ durakta…

“İpek böceği sesli” sevgilin Zühal Tekkanat), Kulaksız’da sana komşu oldu. Oğlunuz Memo’yla yan yana yatıp, gökyüzünü seyrediyorlar.

Bir iyi haber:

Kadıköy’de sokağın var, kirada oturduğun son evin sokağında…

Sen, çocukluğumun Cemal Amca’sı, son kırlangıcın uçurduğu şiirlerinle ve birikmiş – yıllanmış anılarımızla hep aramızda olacaksın… Şimdi babamla bir güvercinin uçuşunu bölüşüyorsunuz. Gökyüzünün o gizemli maviliğinde…

“Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”

Bir gün mutlaka buluşacağız göğün maviliklerinde…

Belki bir gün yine yazarım sana…

Hoşça kal Cemal Amca’m, hoşça kal değerli ozan… Üstüne yıldızlar yağsın…

Paylaş