Sanat

Anıtlar Anımızdır – ÜNSAL ÇANKAYA

Tektaş Ağaoğlu Ağabey’in anısına.

Ispanak aldım dün. Kimse de, “Aaa, ıspanak aldı şu kadın!” demedi. Normaldi bu alışveriş markette.

Tektaş Ağabey önceki gün öldü. Sessizce.
Öyle çok, saatlerce haber olmadı ölümü, birkaç haber kanalı dışında çoğu farkına bile varmadı ya da duyurmadı. Birçok sol partinin kurucu üyesiydi oysa. Ülkenin geleceği için düşünceler üreten, kaygı duyan, yol gösteren… Üreten ve bölüşen bir insandı. Sömüren ve hep alan değil. Menderes döneminin bakanlarından birinin oğluydu, sağ gelenekten, ne istese olurdu o yolda gitse, o gitmedi. Sol dedi, sosyalizm dedi. Eşitlik, adalet ancak bunlar ile gelecek ülkemize.

Duyarsızlık, ülkenin olağanüstü hallerde olmasından değildi, umursamıyordu artık kimse ömründen ömür verenleri, ülkenin barışçıl geleceğini kurmak isteyenleri.

Sığamadım eve.

Kırılıyor insan, gadre uğramış gibi hissediyor böyle duyarsızlıklarda.

Yapacak başka bir şey bulamadım evde dönenirken. Çıktım, şehre indim, eve dönerken de ıspanak aldım iki bağ.
Kilo ile satılmıyor markette, daha doğrusu yine tartılıyor da peşin bağladıkları demet ile…
İki kişiyiz evde. Fazla bu. Ne yapsam fazla işte!
Bir bağ alsaydım bile artardı ya tuttum iki bağ koydum sepete… Sebepsiz, öyle.

Dün otobüse de bindim, evet, yine, durakta epey bekledim üstelik. Çok soğuk olsa taksi ile inerdim şehre. Banliyö sayılan bir mahalledeyim çünkü yıllardır… Şehre inmek deyimi ne o eski komedi film adından aşırma bu yüzden, ne de kinaye… Doğrudan kitapçıya yürüdüm. Gençler dergi bırakacaktı adıma, çıkmışken bari onu alayım diye. Uğramış ama bırakmamışlar, birden sebepsiz kaldı çıkışım, bakındım raflara, Hece Dergisinin Sabahattin Ali Özel Sayısını aldım gitmişken. Hem pahalı dedim hem değer dedim, arşivlik niteliğine. Afrika Özel Sayısı da kocaman gülümsüyordu, ama sanırım Afrika başka bir zamanı bekleyecek, gerçeğinde de olduğu gibi, yatırım için pahalı, okumak için ilgi ister, zaman da ayrıca… Bende bunlar azaldı. Sanırım bu ay Afrika aç çocuklarını düşünüp üzülmem ile yetinecek yine. Çevremizde bile o kadar çok aç insan var ki dilenen. Elimizden bir şey gelmeyen ne çok acı var dünyanın her yerinde… Özellikle geri kalan, bırakılan, sömürülen köşelerinde.

Kitapçım Ümit bir doğa fotoğrafçısı, aynı zamanda doğa yürüyüşçüsü. Sessiz sedasız, ama öyle de birikimli ki kendi alanında. Beş on dakika sohbet bile keder dağıtmaya yeter zaman sohbete değer bir insanla geçiyor diye.

“Tektaş Ağaoğlu öldü, üzüldüm!” dedim. “Çıktım evden. Dolaşıp biraz keder dağıtayım istedim!” dedim… Kimdi ki dedi önce. Ve Durgun Akardı Don çevirisinden söz edince anladı kimden söz ettiğimi. “Haberlerde duydum!” dedi. “Tanırdım!” dedim. “Ta gençlik günlerimizden. Okudum o kitabı…”
Sonra daldım, elimdeki dergiyi okur gibi. Daldım, 12 Eylül gecesi uyanınca “Darbe oldu, kalk!” diyen komşumuzun sesine… Hiçbiri yasak olmayan, ama bunu bile anlatabilmek için doksan koca gün göz altılarda kaybolan isimler arasına girmeyelim diye yaktığım soba… Bari ateşi boşa gitmesin diye üzerine koyduğum kazan… Ne çamaşır yıkamıştım o gün. Evde ne kadar kirli giysi, çarşaf varsa hepsini…

Sonra Ümit’e bakıp; “Onca severek okuduğum o kitabı yaktım ben!” dedim kırık sesimle.

Üniversite öğrencisiydik. Dünyayı öğrenmeye, öğrendiğimiz kadarını da kurtarmaya hevesli…

Yasaktı TKP. İllegaldi. Hukuk öğrencisiyim. Legal olan ile başarmalı diye düşünüp sağ partiler hep televizyon ve radyolarda dinleye dinleye ezber edilen söylemlerle ne oldukları anlaşılan partilerdi, bari CHP ne diyor, TİP ne diyor, TSİP ne diyor acaba dünyanın, ülkenin geleceği için diye merak ve yayınlarını olabildiğince takip ediyorduk arkadaşlarımızla. O yayınlarda adını görüp yazılarını okuduğumuz bir isimdi Tektaş Ağabey… Menekşe Sokak’ta TSİP il binasında gördüm onu, “Okuyorum yazılarınızı!” dedim yanına gidip. Hamasi değil, bilimsel yazan bir insan. “Okuyun gençler, okuyun, gelecek sizin ellerinizde!” dedi bize… O kadar da yaşlı değildi henüz… Yazdıkça yaşayanlardan biriydi, yine o yazdıkları yüzünden hapse atılan… Vazgeçmeyen, simgeleşen bir isim, “Siz de vazgeçmeyin sakın, direnin!” diyen bu nedenle.

Devran öyleydi. Tahammül o zaman da yoktu muhalefete. Muhalefetin sol diyen, sosyalizm diyen kesimine. O kadar ki, “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!” diyordu Demirel uzatılan mikrofonlara. “İşte böyle iyi insanlar ölünce çok üzülüyor insan!” dedim… “Üzülüyor, çok yakını ölüp de gitmiş gibi!” Söyleyince acımı, azıcık hafifledim… Ama dağılmadı kederim.

İnsan bir kez gördüğü biri için üzülür mü hiç böyle? Üzüldüm işte… Bunu anlayacak birisi olmalıydı yanımda haberi Cengiz’in Feysbuk sayfasında gördüğüm anda… İçimdeki cız edişin… “Bir dal daha kırıldı işte geçmişinden!” deyişin… Yoktu. Acı çekmek yetmiyor demek, görülsün istiyoruz, üzüldüğümüz görülsün, bencilce. Görülsün ve “Üzülme!” densin, sanki öyle denince geçecek gibi. Geçmiyor elbette.

Kitapçıdan çıktım, kederim dağılmamıştı. Yıllarca önce sadece insana, sosyalizme inanan ve bu yüzden öldürülen bir Sabahattin Ali için önsözündeki açıklamalara bakılırsa anısına bir özür borcu gibi yapılmış hissettiğim o Özel Sayı elimde…

Yirmi yıldır yaşadığım bu şehirde o an beni Ümit’in anladığından daha çok anlayacak başka da biri yok şu an diye yine durakta bekleyip, yine otobüsle, eve… Bir durak önce indim… Evin yakınındaki marketten birkaç tatsız tuzsuz bisküvi ile iki bağ ıspanak aldım işte… Tam çıkacakken döndüm, bir paket yufka ekle dedim kasiyer kıza. Geldim eve. Ispanakları plastik leğene, diplerine de az su koydum… Dursun bakalım, gece yıkarım diye düşündüm önce…

Başka hiçbir şey yapmadan uyudum sonra. Birkaç saat. Muzaffer kapıyı açarken uyandım anahtarın kilitteki sesine. Dünden kalan kuru fasulye ve pilavı ısıttık akşam yemeği olarak. Bu yıl birçok lahana turşusu yaptım (Hep Canan Karatay yüzünden bunlar. Acı biber turşuları yenmiyor, dağıttım onları arkadaşlara), biraz turşu ve bir de küçük soğan kestik yanına. Soğan gözlerimi yaktı, ağladım. “İyi oldu!” dedim içimden… “Artık ağlayacak derman bile kalmadı yüreğimde, acıtan ölümlere.”

Ispanağı bugün yıkadım. Tane tane… Üç kere. Sonra yine ısladım suya. Çocukluğuma gitti düşüncelerim… “Ah annem!” dedim, “Ah!” Erkenden pazara gider, donmadan alıp getirirdi pazardan ıspanağı. Üç kovayı su doldurur, birinde bol suda kumlarını salan ıspanağı ikincide azıcık mıncıklar, ezmeden çamurundan da arındırır, üçüncü kovada epeyce bekletirdi ki ne kaldıysa arınsın. Kuzu ıspanağı alırdı, dipleri kırmızı, yaprakları koyu yeşil, tazecik… Her biri ayrı emek isterdi iki kilo ayıklamanın. “Diplerinde!” derdin, “Vitamini, ziyan olmasın! Çok kesme!”
Ben kavurmasını severdim yumurtalı, babam o kavurmaya az salça eklenip yumurta kırılan mıhlamasını. Beş kardeş en çok böreğini severdik ama. Bulgurlusunu pişirdiğinde bile itiraz etmezdi kimse. Vitamin deposu, büyüyeceğiz yedikçe. Oysa o kadar da demir yokmuş, hesap hatası diyorlar şimdilerde. Bilsen yine biz ıspanak mı yerdik o kadar bilmem? Ama pişman değilim ben, elinden pişen her yemeğin lezzeti belleğimde.

Benim ıspanak iri, o kadar koyu yeşil değil, kökleri beyaz… Sera işi besbelli. Sanayi işi…

İki iri soğan kıydım tavaya. O sırada geldi Muzaffer eve. “Börek mi yapacaksın?” dedi. “Yapalım!” dedim… Yufkayı işte o zaman anımsadım. O görmüş, böreğe heveslenmiş demek.

Yarım saate varmadı, hepsini yaptık, pişti, yedik. Yok yok… Fırında yapmadık… Soğanda, baharatta azıcık çevirdim ıspanağı, suyunu tam salmadan azıcık da peynir ufaladım içine… Yufkaları ikiye böldüm, her yarıma bir kepçe iç koyup, saçta pişirir gibi tavada bol içli gözlemesini yaptım… Ben yaptım, Muzaffer pişirdi. Tavaya yağ koymadık ki yanıp da kokmasın, kokup da ciğerimi tıkamasın, astım krizi başlamasın diye. İndirince üzerine gezdirdim azıcık…

Son iki yarım yufkada içine yumurta kırdım… Çünkü gözlemeyi yaparken kimi zaman yayla günlerine, kimi zaman köyde ebemin ocak başına, kimi zaman anacığımın en son çıkan modeli olsun diye aldığı elektrikli saç üzerinde pişen ve sıcak sıcak yediğimiz bükmelere gidiyordu düşüncelerim… O zaman da en sevdiğim sacın son ateşinde içine yumurta kırılmış bir yufkayı yemekti… En çok kabaran yumurtalı bükme olurdu ve en iyi pişen de o. Muzaffer’e, “En çok yumurtalıyı severdim ben!” dedim, “Herkes gözleme bilse de adını, bizde bunlara otlu bükme denir, sizde ne deniyordu biliyor musun?”

“Annem bize yağlı ekmek yapardı saçta!” dedi.
O kadar az yaşadık ki onun annesi ile… Anımız o yüzden az ve hayal meyal geliyor aklıma öyle dediği.

Ben aslında bir de helva mı kavursaydım acaba derken… Yufkadan bükme de iyi geldi… “Ölmüşlerimizin canına değsin!” dedim yerken, “Şifa olsun hep her lokma, çoktandır yapmamıştık böyle bir değişiklik… Tektaş ağabey canına değsin senin de!”

Çayımla bilgisayar başına geçtim… Muzaffer haberlerde ne var diye bakarken televizyona…

İşte tam o sırada aradı Cengiz. “Şimdi yerine bıraktık Tektaş ağabeyi!” dedi. “Tüm dostlar bir aradayız… Bak karşımda Bülent, Turgut, diğer Bülent ve…” dedi… İşte öyle… “Çok selam söyle dostlara!” dedim. “Azalıyoruz hep, azalıyoruz… Bir bir gidiyoruz, önce ağabeyler… Ne kaldı bize? Dikkat et sen de emi… Nasıl dikkat edilebilecekse bilinmeyen ecele!”

“Tamam!” dedi… “Senin de sesini duymak istedim hepimiz bir aradayken, hem sesinle katılmak isteyeceğini düşündüm, bilirim böyle günlerde sesimiz iyi geliyor diğerimize.”

Sesim… Elbette, hiç olmazsa sesimle… Tam da veda anına… Sesim titredi… Döküldü birden…
Kapattık iyice dolup taşarken sesim, sesim yere düşünce, kapattık aynı acıyı duyuşu kederimin üstüne. Acı çünkü sadece aynısını duyanlar ile bölünüyor zerrelerine…
“Çok güzeldi ağabey!” dedim sonra, “İnan çok güzeldi ıspanaklı gözleme!”.

Ağır geliyor keder diyorum ama. Artık kimse ölmesin. Ağır geliyor acı.
Son ıspanak bükücü gibi her ölüme bükme mi yapayım ben helvası niyetine?

Gebze, 11.1.2018

Paylaş