MEHMET AKKAYA
Hukuk kavramının tarihini, insanlığın tarihi kadar gerilere götürmek mümkündür. Her kavramda olduğu gibi hukuk kavramında da tek tarz bir anlayıştan söz edilemez. Özellikle sınıflı toplumlar çağında herkes için geçerli bir hukuk tanımı yapmak olanaklı görünmüyor. Bu yüzden son günlerde Kovid – 19 virüsüne bağlı olarak ortaya çıkan hapishane olgusuna ilişkin çıkan tartışmalarda karşıt kutupların çatışmaya girmiş olması doğaldır. Bu çatışmaların hukuk felsefesi tarihinde de izini sürmek mümkündür.
Platon’un Devlet diyalogunun ilk kitabındaki bir kısımda Sokrates ile Trasimachos tartışır ve Trasimachos adaleti (siz hukuk diye okuyun), “güçlünün çıkarına olan” biçiminde yanıtlamıştır. Gerçi egemen sınıfların izinden giden Sokrates bu tezi diyalogda çürütse de gerçeği değiştiremez, çürütemez. Yine bir sınıflı toplum olan ve kölelerin ezilip sömürüldüğü Yunan toplumundaki bu anlayış günümüze dek özünde değişmemiştir. Bununla birlikte her çağda emekçi sınıfların genel olarak felsefeleri, özel olarak hukuk anlayışları da ana akım hukuk düşüncesinin –bazen de dışında olmakla birlikte– içinde kendisine yer bulmuştur.
Foucault’da Hapishane
Yeniçağ’la birlikte modern ve aydınlanmacı sıfatlarıyla ilgi çeken yenidünyanın, bir hapishaneye benzetilmesi manidardır. Modern iktidarların, büyük gözaltılar çağı olduğu ileri sürülür. Hapishaneler üzerine yapılan çalışmalar içinde belki de en ilginci Fransız düşünürü M. Foucault’nun (Fuko) çalışmalarıdır. Düşünür de meseleyi iktidarların tarihi çerçevesinde ele almıştır. Bu kontekste yalnız hapishanelerin tarihiyle değil deliliğin tarihi, kliniğin doğuşu, cinselliğin tarihi de onun mercek altına aldığı temalardır. Foucault bakımından modern egemen sınıflar kendi çıkarlarına göre suç, suçlu ve suçsuz kavramları üretmektedir. Hapishaneleri de bunun aracı olarak kullanmaktadır. Yani birilerini suçlu ilan edip hapse atarak suçsuzun ne olduğunu, kimlerin “normal” sayılması gerektiğini topluma göstermek istemektedir. Gerçekten de hapiste olanın mı, dışarıda olanın mı suçlu olduğu, sorunludur. Ne var ki egemen hukuk anlayışı bunda bir sorun görmez.
Foucault, Hapishanelerin Doğuşu kitabında, çağımızın görünmeyen minimalize olmuş krallarından, iktidarlarından söz eder. Makro iktidarlara mikro iktidarların da dahil olduğu kanaatindedir. Yorumlayarak söylersek ona göre çocuklar okul aracılığıyla “yola” getirilirken hastalar hastaneyle, deliler tımarhaneyle, askerler ordu aracılığıyla “yola” getirilir. Konumuz açısından önemli olan mahkûmlar ise hapishaneyle kuşatılır ve kişiliksizleştirilerek “hizaya” getirilmek istenir. Foucault açısından bir başka nokta da hapishanelerin egemen sınıflar açısından önemli deney yerleri olmalarıdır. Toplumda etkili olmanın, bireyi daha kolay baskı altında tutmanın nasıl olacağına dair yönremlerin öncelikle buralarda denendiğidir. Egemen sınıflar buradan edindikleri tecrübeleri topluma uygulamaktadır.
Hapishaneler müze olmalı
Her şeyin tepetaklak olduğu bir çağda yaşıyoruz. Tüm varlıkların ve sosyal olgular gibi kişi ve olayların da ters durduğu, hapishane tartışmalarında bir kez daha ortaya çıkmış durumda. Hiç olmaması gereken, olmasının akla mantığa aykırı olduğu aşikâr olan hapishanelerin inşa edilmiş ve halen de ediliyor oluşu buna örnektir. Çağımızda terslik egemendir. Çünkü hapishanelerde olması gerekenler dışarıdadır, dışarıda olması gerekenler zindandadır. Şimdi “salgın” nedeniyle bir tartışma daha bu tersliğe model olmaktadır. Hapishanelerin tümüyle boşaltılması yerine bir kısım tutuklu ve hükümlünün bırakılması tartışılıyor. Halbuki hapishane sorunu yerel bir sorun değil, ABD ve İran gibi ülkelerde de aynı süreç işliyor. Genel olarak yeryüzünde hapishane uygulamasıyla kendi sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlarına çözüm bulmuş bir sistem de bulunmuyor. Tersine, hapishanelerin varlığına umut bağlayan nice sarayların yıkıldığı sır değildir.
Aristoteles’ten beri insanın sosyal ve siyasal bir varlık olarak tanımlandığını biliyoruz. Bu yüzden gerek mitoslarda gerekse yarı gerçek düşünüş biçimlerinde nihayet somut dünyada her davranış tarzının siyasal ve sosyal olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla politik ve apolitik tutsak ayrımı gerçeği yansıtmıyor. Apolitik denenlerin de bir başka manada politik olduğu kabul edilmelidir. Analitik mantık değilse de diyalektik mantık bunu söyler.
Dolayısıyla tüm mahkûmların bırakılması ve hapishanelerin yıkılması, yerlerinin toprak parçası olarak doğaya iade edilmesi gerekir. Yıkılması maddi değer kaybı olarak düşünülürse müzeye çevrilmeleri uygundur. Bu çağda, olmazsa gelecek çağda, onda da değilse bir sonraki çağda olacağı budur. Kim ki hapishane olgusunun sonsuza kadar süreceğine inanıyorsa kesinlikle yanılıyor demektir.