Şiirimizde tazelik kokusu: Ülkü Tamer

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

sorular: SEYYİT NEZİR

SN – Yirmi yıl aradan sonra, “Bir Adın Yolculuktu” adlı şiir kitabınla ortalığı yeniden sarstın. Kitabı imzaladığı gün, “Seni seviyorum / Benim için dünyanın en taze sözü bu” dizelerini okuyarak, “işte her zaman taze şeyler ve söyleyişler bulabilen bir şair” demiştim. Çok sevdiğimiz ve deneyiminden hep yararlandığımız Cemal Süreya, 60’ından sonra şiir yazmayacaksın demişti… Oysa sen, öyle olmadığını yayımladığın her şiirle bir daha kanıtlıyorsun… Dünkü yazısıyla Zeynep Oral da kutladı…

ÜT – Güzel sözlerin için sağol. Cemal’in sözü aslında yaşla ilgili değil. Bir şairin şiirinin yaşlanmasıyla ilgili. Cemal yaşasaydı bugün 80’ini aşmış, ama 20 yaşın şiirini yazıyor olurdu. Şairin değil, yazılan şiirin yaşı önemli. Melih Cevdet son şiirlerinde bile gencecikti. Önemli olan şiiri genç tutmak, diri tutmak. Turgut Uyar’ın “Korkulu Ustalık” diye bir yazısı vardı. Okumayanlara bulup okumalarını öneririm. Ben o “ustalık” denen şeyden hep korkmuşumdur. Hep acemiliği, çıraklığı yeğlemişimdir. Neredeyse kopya kâğıdıyla aynı şiiri üretmekten, tekrarlamaktan korkmuşumdur. Başka bir şiirin acemiliğine yönelmekte dirilik bulmuşumdur. O şiirde kendime göre ustalaştığımı düşününce, yeniden acemiliğe vurmuşumdur kendimi. Ama temelde kendi kişiliğimi, sesimi korumaya elbette özen göstererek…

SN – “Her gün en az bir kere geceden geçtin / Bir adın yolculuktu bir adın başka” diyorsun kitaba adını veren şiirde. Ama büyüklü küçüklü ne yolculuklar! Narlı’dan, Nakıp Ali’den, Troya’dan, Lorca’dan, Gare du Nord’dan Cağaloğlu’na dönüp ne de çok “leblebi sattın kendine”. Her birinde başka adlarla mı gerçekten?

ÜT – Herkesin yaşamı bir yolculuktur. Sadece kentten kente değil, kitaptan kitaba, filmden filme, yürekten yüreğe, ağaçtan ağaca, çiçekten çiçeğe, kuştan kuşa, düşten düşe yapılan yolculuklardır bunlar. Kişiliklerimizi o yolculuklarla oluşturuyoruz. Dönüp bakıyorum da, ne yolculuklar yaşamışım… Antep’te Arif Güzel Kitabevi’nden başlayarak… Babıâli, gazeteler, dergiler, tiyatro sahneleri, sinema salonları, televizyon stüdyoları, yine yayınevleri… Nice yol arkadaşları edinmişim… Artık aramızda olmayan Yaşar Nabi, Memet Fuat, Abdi İpekçi, Ercüment Karacan, Osman N. Karaca, Mıstık, Agop Arad, Onat Kutlar, Erdal Öz, Kemal Özer… Say say bitmez. O yolculuklar olmasa, o yol arkadaşları olmasa herhalde başka biri olurdum ben de.

SN – Edip Cansever, “İnsan yaşadığı yere benzer” diyordu. Onca yolculuklardan ve başka adlardan geçerek gene kendi ülkeni kırşak tarlası belledin. Nasıl oluyor bu?

ÜT – Jorge Amado’nun kim bilir kaç kere aktardığım bir sözü var: “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” Bu açıdan bakarsam, benim anayurdum da Antep.

SN – Antep mi, Gaziantep mi?

ÜT – Evet, eskiden Antep’te “Gaziantep” denilmeyince pek kızılırdı. Sanki Antep’in Kurtuluş Savaşı sonrasında aldığı “Gazi”lik unvanı küçümseniyormuş gibi gelirdi. Ama o savaş sonrasında İstiklâl Madalyası almış babam bile Antep derdi. “Biz üstümüze düşen görevi yaptık sadece” gibisinden bir alçakgönüllülük. Benim anayurdum da orasıydı işte. “İnsan yaşadığı yere benzer” demiş Edip. Ben de çocukluğumun Antep’ine benziyorsam, ne mutlu bana.

SN – “Bir Adın Yolculuktu”yu okurken, aslında sende ilk yapıttan beri süregelen izleklerin dupduru suda akışını seyrediyoruz imrenerek. Turgut Uyar, ömrünce tek bir öykü yazdı. “Nehirler Akıyordu…” şiirinin sonunda, “O gece / Bir gülün içinden bir nehir aktı” dizeleriyle başım döndü. Sen, sanki bütün bir ömür bu iki dizeye çalışmışsın…

ÜT – Sağol. Şiire başladığımda kendimi sardırdığım sular pek dupduru değildi. Bulanıktı, dalgalıydı. Ama neredeyse her şairin yüzmeye başladığında kendini içine attığı sular hep öyledir. Son derece olağandır bu. Önemli olan o suları durultmak. Kişiliğini koruyarak şiirini yalınlaştırabilmek. Ben de buna çabaladım.

SN – İlk kitaptan (Soğuk Otların Altında, 1959) bugüne ana damarı belirtecek olursak, şiirler boyunca doğa tutkusu endüstrinin getirdiği tedirginliğe ve kapitalizm karşıtlığına bitişiyor: “Şehir büyüdükçe başkaları gözetliyor beni”. Şimdi TV dizilerinin adını esinliyor… Geçenlerde bankta oturup güneşliyordum. Dilenci bana ne dese iyi: Fena mı, güneş topluyorsun! 30 yıl önce birçoğuna çocuksu gelen “Güneş topla benim için” dizesinin derinliğini yakalayıverdim birden. Ve işte böyle bunlar, kimse farkında olmadan, Gezi Kuşağı’nı biriktirdi. Ne dersin?

ÜT – Bizim kuşak az şeyler yaşamadı. Tek Parti dönemi, Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, Atatürk devrimlerinin yok edilmeye başlanması, Menderes diktası, 28 Nisan olayları, 555K, 27 Mayıs, 12 Mart, Kenan Evren dönemi… Sonrası… Doğa yok oluyor, özgürlük yok oluyor, insan yok oluyor… Sen de o karanlıkta, umudunu diri tutmak için, güneş avına çıkıyorsun. Bizden önce de tarihte nice insanlar güneş topladılar karanlıkta. Bizleri de bugüne palavra avizelerin değil, o güneşlerin ışığı getirdi.

ÜLKÜ’NÜN SESİYLE

Daha çocukken beş duyguyu tanıtmıştı bize

ve gökyüzünün ayaklarının ucunda başladığını,

içine çektiği gökyüzüydü çünkü.

Yazın bittiği her yerde söylense de,

O çadırları toplar, durgun bir yolculuğa çıkardı.

Ben Fevzipaşa’da rastladım ona,

Rotterdam’a giderken.

Yolda türküler söylemiş, atlardan söz etmiştik.

Atları da severdi, türküleri de:

“Ayağında kundura

“vurdum düştü tandıra.”

Birden giyotin gelmişse aklına,

hemen uzakta, karda kayan çocuklara getirirdi sözü,

kızakların tahtadan yapıldığını hiç unutmadan.

Norveç’in nüfusunu da bilirdi bütün okullular gibi,

Brezilyalı Pele’nin takım arkadaşlarının adlarını da.

Durmadan imgelemin sınırlarında dolaşır,

yanardağın üstündeki kuşların diliyle konuşur,

yeni yerler keşfederdi dönerken anayurdu çocukluğuna.

Bir halkın birikmiş hıncı da çınlardı onun sesinde,

Gökyüzüne uçan duman külünün boğuk sessizliği de.

Biz onun dilsiz cerenlere dil veren sesinden duymuştuk

Bir hançerin paslanırken çıkardığı gürültüyü.

Cevat Çapan

SN – “Kendinin tuhaf bekçisi” dedi senin için Süreya. “Ama sık sık nöbeti unutuyor, gökten geçen leyleklere bakıyor.” Yine de nöbette hiç dalgaya düşmedin. Elbette yalnızca şiirlerini kastetmiyorum bununla. Nâzım hakkında ilk derli toplu ve seçkin kitabı 1968’de sen derledin, gençlerin onu yoğun ve bütünlüklü tanımasını sağladın. Mahkeme tutanaklarından hazırladığın “İhanet Yılları” ile McCarthy’nin cadı kazanına ve aydınların yarılmasına dikkat çektin. Ve aydınların artık etkisizleşmeye başlamasıyla birlikte Soğuk Savaş’ın başarısının kaçınılmazlığına yol açan en önemli olguyu gösterdin. Yalçın Küçük ve Demirtaş Ceyhun, Soğuk Savaş’ın gerçek sonuçlarını üçüncü bin yılın başlarında görebildi. Yaşamları boyunca günün 24 saatini 25 saat politikayla dolduran niceleriyse bunun halâ farkında değil. Sende tarih ve güncelliğe böylesine incelikli bir politik düzlemde yatkın oluşu neye bağlıyorsun?

ÜT – Ben politikacı değilim, sanatçıyım. Herkesin politik görüşü vardır. Ama herkes görüşünü işine yansıtamaz. Sözgelimi bir seyis, politik görüşünü işine yansıtamaz. Ama bir sanatçı yansıtabilir. Yansıtmalıdır da. Bu onun yurttaş olarak, insan olarak görevidir de. Ama bunu sanatıyla yansıtmalıdır. Ben de öyle yapmaya çalıştım. Yoksa bırakırdım yazıp çizmeyi, politikaya soyunurdum. Yanlış anlaşılmasın, koltuğunda oturup ahkâm kesmekten söz etmiyorum. Kanlı Pazar’da Taksim Meydanı’nda da olurum elbette, Gezi’de gaz da yerim. Ama sanatçı olarak alanları bırakıp patikalarda da dolaşmalıyım.

SN – Daha ilk kitaptan başlayarak evrensel olanı yerellikle mayalama derdindeydin. Senin şiirinin gelenekle örtüşme süreci ile şiirimizin gelenekle örtüşme süreci arasında eşzamanlı bir doku bütünlüğü var. Yahya Kemal’de, Haşim’de ve Tanpınar’da geleneğin basıncı şiiri geriye doğru çekerken, Nâzım’da, Orhan Veli’de, İkinci Yeni’de ileriye dönük yönelimleri güçlendirdi, şiiri sokağa ve eyleme taşıdı. Bu bağlamda, hem Cemal Süreya hem bütün bir Türk şiiri için en özlü tanımı verdin: “Atlas Okyanusu’nda Fırat’ın salı”. Senin fısıltıyla ama son derece kışkırtıcı bir yönelişin oldu hep: “Kim açtı bilmiyorum kapısını dünyanın / … / Ya da varıp kıyısına cesur bir uçurumun / Uzun bir hançere doğru akşamla uyumalı / … / Sonra her gece ağıtlar duyduk; yürüdü çarşı.” Olanda olacağa ve geleceğe böylesine im koyan bu sezgi ve kurgunun yerel ve evrensel dayanakları olmalı…

ÜT – Bilemiyorum. Yapmaya çalıştığım işi önemsememden ileri geliyor belki.

SN – Demem şu ki, senin şiirin teknolojiye karşı sis çanı oldu. Doğayla kültürün insancıl bütünlüğünü aradın hep. Postmodernizm, kültürü çökertti ve çöküşün temsilcisi olarak kendi de çöktü. Ama teknolojiyi aşılmaz bir kabuğa dönüştürüp insanı salt içgüdüsel varlığına geri tıkmak üzere onun içinde çürütme sürecine cafcaflı kılıflar oluşturdu. Şimdi şiir kendi küllerinden doğmak üzere işe koyuldu mu? Sen bunu “Yanardağın Üstündeki Kuş” imgesinde göstermiştin… Son kitabında, “Uykumda sarılmam için / Sonsuz bir düş getir bana” diyorsun! İnsanlığın sonsuz düşündeki en gerçek mutluluk ne sence? Onun rengi, kokusu, tadı, biçimi, dokunuşu, bilinci ve sesi?

ÜT – Doğayı son derece önemsiyorum. Önce doğa. İnsan da doğanın bir parçası, onun bütünleyicisi. Ama çok kişi, özellikle kimi politikacılar, onu yok ederken kendini yok ettiğinin farkında değil. Sadece ağaçları kesip gökdelen yapmaktan söz etmiyorum. Onun ötesinde bir şey… Çınarıyla, papatyasıyla, uskumrusuyla, akrebiyle, bulutuyla, fırtınasıyla ve insanıyla bir bütünlükten söz ediyorum. O bütünlük bozulmaya bir başlamasın, uykularımızda bile düşler bulamayız.

SN – Söze Cemal Süreya’nın şaire ilişkin bir saptamasını tersyüz edişinle başladık. Kitabın ona göndermeyle biten dizeleriyle noktalayalım: O, “Lokman şair senin hayatın / Yedi kırlangıcın hayatı kadar” diyordu. Sen çok daha iyimser bir sonuç gösteriyor ve ölümsüzlük ardındaki insanı tiye alıyorsun: “Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadın?”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Güncel

En çok okunanlar