Nâzım, yurt ve insan sevgisini, onun kaynağına emeği koyarak somutlaştırır. Bir önceki mektubunda bu duygu çok daha atılgan, aklın yanı sıra beş duyuya yönelik bir anlatımla verilir: “Ah bir kere, bir saniye olsun, memleketimi bir sosyalist şairin sevdiği gibi sevmesini, bir sosyalist şairdeki Türklük şuuru gibi bir şuura sahip olmasını öğrenebilseydiler! Bir sosyalist şairde memleket ve halkının sevgisi nasıl konkre, elle tutulur bir toprağa ve gözle görülür, sesle konuşulur insanlara ait bir sevgidir. Ama onlar bunu bilemezler.”
Nâzım, İhmalyan’la…
“Nâzım Hikmet’in şiiri eksiltilirken seyirci mi kalıyoruz?” diye soruyor devrimci bir genç arkadaş. Gelen soruya bir radyo konuşmasında doyurucu yanıt verebilmek çok zordu. Ama arkadaşın kendisi, aslında sorusuyla yanıtlıyor bunu… Uzun yıllar, Nâzım’ı emekçilerden saklamak, Türk şiirinden eksiltmek amacıyla neler yapıldı neler; ne ki bu dev yapı, bütün karartma gayretlerini boşa çıkardı: Günlük yaşamda nereye dönsek, çarpıcı imgeler ve Türkçenin tükenmez tatlarıyla karşımızda buluyoruz onu, olanca görkemiyle…
Daha önce kimse onun komünist şair kimliğini tartışmıyorken, 12 Eylül sonrasında, 80’lerin ikinci yarısında Nâzım’a ilişkin farklı ve biri ötekini yokumsayan yaklaşımlar görülmeye başladı. Bir kere, aranan her evde Nâzım’la yüz yüze gelmeleri, kimi düşmanlarını da onu kabule zorladı, ama bu kabul, halkın ona olan sevgisini yönlendirmek üzere, şiirinin bütünlüğünü zedeleyerek, omurgasında kireçlenmeye yol açacak bir biçimde ortaya çıktı, okura da dayatıldı: Halktan ve Türkçeden eksiltilemeyen Nâzım’ın kendisi eksiltilmeliydi. Bu şiirin kökleri ve kaynakları, sınıfsal nedenselliği, güncel işlevi, yarın karşısındaki sorumluluğu silinmeli; dost ve aile sohbetlerinin süsü olmaya indirgenmeliydi. En çok da, “Mavi Gözlü Dev”, “Karıma Mektup”, “Salkımsöğüt” gibi ideolojinin sözcüklerde kişisel bir kabukla gizlendiği, “Memleketimi Seviyorum”, “Davet” gibi yurtseverliğin öncelikle ve hemen duyumsandığı, “Son Otobüs” ya da “Cenaze Merasimim” gibi her sınıftan insanda az çok benzer ve ortak biçimlerde beliren doğal duyguların daha koyu yansıdığı şiirler öne çıkarılıyordu. Oysa Nâzım’ın en istemediği, asla razı olamayacağı şeydi bu!
Özellikle burjuva sanat ortamlarında, “kızıl atlı” ve “beyaz ordu” tamlamalarının tarihsel çağrışımından yoksun anlam daralmalarıyla yapılan okumalarda, ne Bolşevik devrimi ne de Rusya’nın stepleri boyunca uzayıp giden iç savaş manzaraları akla geliyordu:
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! [Salkımsöğüt]
Oysa Yahya Kemal’in “Akıncılar” şiirinin ideolojik tondan en uzak beyiti, “bin atlı” ve “dev gibi bir ordu” karşıtlığını yansıtırken koyu bir ideolojik tortunun lekesini taşıyor:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Demek ki, özel bilgi olmaksızın okunduğunda, Salkımsöğüt gibi, sesinin her tonuna militan ideolojik örgünün sindiği bir şiirde bile ana renklerin gölgesine saklanmış kimi motifler anlık ve kişisel yoruma elverebiliyor. Burjuvazi, öteden beri kendisine karşıt olan sanatçıyı susturamamışsa, yapıtının bütünselliğini bozarak etkisini ve gerçek gücünü düşürmeyi denemiştir –daha önce de Yunus’un şiirine yüzyıllar boyunca anlam bulanıklığı ve eksiltme işlemi uygulandığını anımsayalım– yani AKP iktidarında görülenler yeni değildir. Nâzım Hikmet’in yapıtı elbette böyle saldırılara direnecek bir bütünlükle kuruluydu. Şiirleri arasında en sıradan okurun atacağı ilmeklerle bile elde edilen bu bütünlük, şiirini ideolojik okumalardan sakınma girişimini iki ayrı yapı arasında ansızın beliren çağrışımla, en hafifinden söyleyecek olursak, bozum ediyordu. Bu nedenle, açıktır ki, çeyrek yüzyıl sonra asıl kimliği göz ardı edilerek bir kez daha cezalandırılmak istenmesine büyük sosyalist şairin yapıtı elbette izin vermeyecekti. Nitekim mapusane temalı birkaç şiirindeki bir gezinti bunun kanıtı. “Karıma Mektup” şiirinin âdi suçtan mahkûm bir başkasına ait olduğunu düşünebiliriz:
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.
Dahası bu belirsizlik, “Bugün pazar” dizesiyle başlayan şiirde de geçerlidir:
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…
Burada şiirin ideolojik konumunu belirgin kılan öğe, “kavga” sözcüğünde dışlaşıyor. Böylece şiirin en azından Dramalı Hasan’ı ya da Altona mahkûmlarını anlatmadığı açık seçik okunuyor. İyi ama bu, aldatılmış ve emperyalizm tarafından kullanılmış bir milliyetçiyi anlatıyor olamaz mı?
Yurtseverliğin Maddesi Emektir
Çankırı cezaevi şiirinde bu kişi emekçilerin tevekküle bulanık isyancı yaşamını ve türküsünü önemseyen, dahası başka yaşamların üstünde tutan bir şair olarak öne çıkıyor:
Bir Cumartesi gününü,
hapisane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,
aklında mı:
“Beypazarı meskenimiz ilimiz
“kim bilir nerde kalır ölümüz?..”
Bu gerilimli şiirsel serüveni, –elbette daha nice örneği saklı tutmak üzere– “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” şiirine uzanarak enikonu belirgin bir ideolojik bağlamda, yaşama sevincinin, umut ve direncin kaynağında, üretim olgusunun yüklendiği belirleyici işlevi dışa vuran, materyalist düşüncenin ufuklarında yaşama tutkusunu büyüten somutlukta bütünlüyoruz:
İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.
Kemal Tahir’e Mektuplar’ından birinde, Jean Jaurés’nin yurtseverliğini andıran bir tanımlamaya girişir: “Memleketini ve memleketinin çalışan insanlarını sevmeyen insan, dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevemez, ve dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevmeyen insan kendi memleketini ve kendi memleketinin çalışan insanlarını sevemez.” Jaurés’nin sözü şöyleydi: “Yurtseverliğin azı bizi enternasyonalizmden uzaklaştırır, enternasyonalizmin azı bizi yurtseverlikten uzaklaştırır.” Nâzım, yurt ve insan sevgisini, onun kaynağına emeği koyarak somutlaştırır. Bir önceki mektubunda bu duygu çok daha atılgan, aklın yanı sıra beş duyuya yönelik bir anlatımla verilir: “Ah bir kere, bir saniye olsun, memleketimi bir sosyalist şairin sevdiği gibi sevmesini, bir sosyalist şairdeki Türklük şuuru gibi bir şuura sahip olmasını öğrenebilseydiler! Bir sosyalist şairde memleket ve halkının sevgisi nasıl konkre, elle tutulur bir toprağa ve gözle görülür, sesle konuşulur insanlara ait bir sevgidir. Ama onlar bunu bilemezler.”
İdeoloji, sözcüklere kokuyla, sesle, tatlarla siniyor, zihne işitmeyle, dokunuşla, gözle anında ve taptaze taşınıyorsa, şiirin devasa toplam yapısında ayrışmaz bir bütünlük kurulmuş demektir. Mektuplarda bu da vurgulanır: “Benim mısra ve telakkime göre teker teker mısraların bir araya gelmesi bir hesap yekünü değil, bir cem ameliyesi değil, bir cebir, bir yüksek riyaziye meselesi, birbirleriyle iç rabıtaları olan ve bir araya geldikleri zaman yeni bir keyfiyet meydana getiren bir kuruluştur.”
Nâzım, ideolojik bütünlüğü yalnızca kendi şiiri içindeki eklemlenişlerle kurmaz; gelenekle de örgün ilişkiler kurarak gerçekleştirir: Sözgelimi Magosa zindanına sığmazlığını yurtseverliğinin bütün coşku ve öfkesiyle anlatırken Namık Kemal’in kullandığı ideolojik söylem kipi sosyalistin de miras alabileceği yapı ve güçtedir:
Merkez-i hâke atsalar da bizi
Kürre-i arzı patlatır çıkarız
Üstelik burada “r” ünsüzünün sağladığı akışkanlık ve “z” ünsüzünün yüklediği süreklilik, “p, ç, t, k” sert ünsüzlerinin içerdiği sağlamlık duygusuyla pekişerek bütün zamanları kapsayan genel bir ideolojik vurgu niteliğini kazanıyor. İşte bu ses ve anlam sarmalı, Nâzım’ın divan ve halk şiiri geleneklerinden devralarak şiirinin tüm dokusuna taşıdığı yapıcı özdür. Bu öz, üretime ilişkin materyalist değerler edindikçe ideolojik göndermeler de belirginleşir.
Sanat eseri hangi fiile kapalıdır
Nâzım’ın şiiri, insani olan hiçbir duruma kapalı değildi; emekçi sınıflara özden yakınlığı da zaten bu durumun sonucuydu –ya da tersi. Kemal Tahir’e bir mektubunda bunu vurguluyor: “Hiçbir insani fiil sanat eserinin dışında kalamaz. Şu çirkin, bu güzeldir diye bir tasnif yapıp sanata yalnız güzel sayılanı almak olmaz.” Demek ki, konu seçiminden ötürü olumsuzlamaya, sınırlamaya kalkışmak, içerde ya da dışarda olsun onun sanatını cezalandırmaktır. Üstelik sanatçı, kendiliğinden güzel ya da çirkin olanın kıyılarında dolaşmayı yeterli sayamaz.
Burjuvazinin ona ömür uzunluğunca verdiği müebbet ceza, onun komünist şair oluşundan ötürüydü. Bu, şiirini ve yaşamını sosyalizmle tekleştirmiş bir şairin sınıf mücadelesinde hak ettiği ve göze aldığı bir sonuçtu. Şimdi, son çeyrek yüzyıldır, Nâzım Hikmet –üsteliyoruz–, salt “vatan şairi” tanımına sığdırılarak, üstelik şiiri yüz binlere mal olmuşken, gerçekte yeniden cezalandırılmak isteniyor. Ne ki şair, bu cezayı, yani onu kitlelerle buluşturan bütünselliğinden daraltılıp kopartılmayı asla hak etmiyor –ne de buna izin veriyor.
Memleketimi seviyorum:
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Bu dizelerdeki derin ve yakıcı yurt sevgisi, aşağıdaki dizelerde emeğin urbalarını giymiş olarak, aynı söylem ve coşkuyu taptaze bir imgeyle örtünüyor:
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…
Burada çok önemli bir şiirsel atılımın da yapıda gizlendiğini görüyoruz: Şair, binlerce yıllık emeğin ürünü olarak ülkenin yalnızca maddi kültür ve değer birikimini üstlenmekle kalmıyor, söz yetisini, anlatım gücünü bütün gömüsüyle birlikte benimsiyor, yeniden örüyor, şiirin biçim ve içerik bütünlüğünde özgün bir yaklaşımla şiirine içselleştiriyor –vezin dahil. Şöyle ki, divan ve halk şiirinin ölçüleri, gerek binlerce kez okuma tekrarının getirisi olarak, gerekse yüzyıllar içinde türkü ve şarkılara, günlük konuşma diline sinmiş olarak şiire olağanüstü bir yatkınlıkla yansıyor, bizi Nedim’in şarkısıyla Karacaoğlan türküsünün çatal ağzında şairin serdiği günümüz Türkçesinin o geniş yatağına, upuzun ses ve çarpıcı ritmine uzatıyor:
Ve elbette [mefâîlü] ki sevgilim [mefâilün] elbet [fa’lün]
bu güzelim memlekette hürriyet [mefâilün fâilâtü fâilün]
Demek ki, Nâzım’ın komünistliği, onun yurtseverliğini ve yapıtlarına sinen ulusal gururunu en gizli dokularına kadar mündemiçtir [içerir] zaten. Öyleyse sosyalistler kadar, sanatın ve sanatçının gerçekten yanında olan herkes, onu daraltmaya yönelik bir saldırı karşısında bir kültür ve özgürlük duvarı örmek zorundadır. Ne var ki böyle bir saflaşmanın içinde yer alması umulan kişi ve kuruluşlar, onun şiiri için öteden beri yürütülen çarpışmaları ve kesintisiz savaşı geriye atarak, “Nâzım Hikmet’in vatandaşlık hakkı” için akıl almaz bir kampanya yürütmekle, sözüm ona, burjuvaziyi bu talep doğrultusunda rıza göstermeye zorlamaktadırlar! Oysa Nâzım’ı tozlu kütüphane raflarında arşivleme ve –tıpkı “Tarih-i Kadim”den iğdiş edilmiş bir Tevfik Fikret gibi– ders kitaplarında ele avuca sığar bir şair kimliğine hapsetme hesapları için, bunu geniş bir kamuoyu desteğiyle gerçekleştirme olanağını yaratmaya yönelik bir kampanya cuk oturmaktadır. Aslında, burjuvazi için oluşturduğu tehlikeli yüklerinden hafifletilmiş bir Nâzım’a razı edilmek istenenlerin sosyalistler olduğu apaçık ortada! Nâzım’ın şiiriyle bütünleşme ve ona sahip çıkma uğrunda yarım yüzyıldır yasaklara karşı savaş veren emekçiler, üstünde ya da evinde bulunmuş bir Nâzım Hikmet şiiri ya da kitabı için gözaltına alınmayı, tutuklanmayı, işkenceyi göğüsleyerek kitaplıklarını onun adından ve şiirinden yoksullaştırmaya razı olmayan sosyalistler, kendilerine ve Nâzım’a ihanet için mi bu kampanyaya omuz vermeliler?
Yarın:
VI Bölüm: İlk şiirleriyle sonuncular arasındaki gizli halkalar