Dedim ota, bir taş fazla karmaşıktır.
İlhan Berk
Anneme, Buzzati’nin Tanrıyı Gören Köpek’indeki gibi, mezarının üzerindeki beyaz iskelet olduğumu söylemeyin. O beni geçmiş, gelecek ve şimdi arasında yolculuk eden bir zaman gezgini sanıyor. Zaman, derin bir çukur… Her birimiz bazen bu çukurun kıyısına gelir, tükenmez bir merakla içine bakarız. Şimdiki zaman kipindeyken geleceği düşleriz. Çamursuz bir göl kadar berrak bakışlarımızla, gündüz düşlerinin dalgınlığında bir yolculuğa çıkarız.
Sabahın ilk ışıklarında penceremin pervazına konmuş iki kumrunun sesi ile uyanıp Ankara’nın kuzeybatısına doğru yola çıktık. Güdül’ün Yeşilöz beldesinde parkur başladı. Güdül, Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Şehabüldevle Güdül Bey tarafından yaklaşık 850 yıl evvel kurulmuş. Kirmir Çayı üzerinde, biri Güdül’ün kuzeydoğusunda Yeşilöz, diğeri kuzeybatısında Karacaören köprüsü olmak üzere iki tarihi köprü var. Yeşilöz beldesi de halkın dilinde halen Keşenöz diye telaffuz ediliyor. Keşenöz isminin Keşanos’tan geldiği söylenir. Keşanos vaktiyle bu bölgeye hâkim bir Rum beyiymiş…
Kirmir Çayı’nın kıyısından yürüyoruz. Kâh kıvrılan, kâh bükülen yolda ulu ağaçlar önümüze seriliyor. Kirmir Çayı’nın antik adı Siberis’miş. Sakarya Nehri’nin kollarından biri olan bu çay, Işık Dağı eteklerinden başlıyor, Çeltikçi’den geçiyor. Çamlıdere barajından bir kol alarak buralara geliyor. Jack London’un dediği gibi, “Günümüzün gürültülü, çırpıntılı yaşantısına, ne yazık ki hemen hemen unutulmuş olan eski günlerden bir soluk getirelim.” Frigyalılar nehre “Sangarius” adını vermişler. Başka bir söylence de, daha önceki yüzyıllarda bölgede yaşayan Bithynlerin kraliçesi “Sangarius” un adının nehre verildiğidir.
“Bir zamanlar” düş-tüm, diyerek sallanan bir asma köprüden karşı kıyıya geçiyoruz. Boşluk sarmalıyor bizi. Mutlak bir sessizlik vardı etrafımızı çeviren halkada. Tasviri zor, gözlerden ırağız. “Bir zamanlar” sözündeki debelenmenin etkisiyle boşluk bir iç acısı. Köprüden Kirmir’e bakarken Sakarya Nehri’nin kızı, su perisi Nana’yı düşünüyorum. Mitolojiye göre Friglerin ana tanrıçası Kibele’nin kocası Attis’i yani Temmuz’u doğurmuş, Nana. Böyle bir bahar günü çiçekli bir badem ağacına âşık olmuş. Beyaz bir badem içini açarak gebe kalmış. Hayat ve bereketin tanrıçası Kibele’den dolayı Sakarya Nehri ve kolları kutsaldır, Anadolu’nun geniş ovalarını sular ve Karadeniz’e kavuşur. Ünlü coğrafyacılardan Plutarque da Sakarya’ya Xerabate adının verildiğini söyler. Hikâyeye göre, Myndon’un oğlu Sagaris, Kibele’nin sırlarını alaya alır. Sonunda tanrıça Kibele’nin gazabına uğrar ve kendini Xerabate’nin sularına atar. Bundan sonra nehir Sagaris adını alır.
İnişli, çıkışlı bir rotada iple çekilen, sürüklenen bir tahta at misali yürüyorum hayaller kurarak. Sarıçam ve göknar ağaçları arasında kör noktamızda kalan güzellikleri arıyorum. Ökse otlarının kuruttuğu ağaçların yanından geçiyorum. Manzara ekmek kadar yalın. Bozkırın kalbinde olmanın verdiği hazla yürürken, kuklacı elindeki ipleri birdenbire gevşetiyor. Hıçkırık kadar ani bir güzellikle karşı karşıyayım. İşte o an, sessizlik havada bir kırbaç gibi şaklıyor. İki tarafta duvar gibi yükselen dik kayalar. Aşağısı sanki bir cadı kazanı. Kurbağaların atladığı su birikintileri kalmış sadece. Vadi boyunca Kirmir Çayı bir hilal çiziyor. Müstesna ve unutulmayacak bir manzara karşımda… Patikadan yürürken Simurg’un hikâyesini anımsıyorum. Ardından Edip Cansever’in “Bir anka kuşu yeniden karıyorken küllerini / Bir kaya oyuğu kendini alıştırıyorken boşluğa” dizeleriyle yalnız ağaçların dallarını yakıyorum.
Geçmiş ve bugünün arasında uzanan, gönülçelen bir rota. Bir dantelden vuran gölge gibi bir gülümseme yüzümde. Fotoğrafların aldatıcı görüntüsünün içinde saklanan geçmişin aldatmacasıyla. Dijital devrinden önce kartlara basılan fotoğraflar eskirken dağılma sol köşeden başlar, bir sis gibi çöker görüntüye. Kalkıp vadiyi terk ederken sis arkamdan geliyor, geride kalan her şeyi silerek. Kanyon sırtında keçilerin oluşturduğu patikalardan yürüyorum. Kanyonu izlerken “Echo” giriyor usuma. Narcissus’a duyduğu aşka karşılık bulamayan güzel peri. Zaman içinde bir yok oluşa giren Echo’nun parçaları düşsel ormanda kayalıkları oluşturur. Kendimden bir şey bırakmak istiyorum kanyona. İçimdeki yoğun, durgun sulardan kanyondan yukarı doğru bir baloncuk yolluyorum. Uzaklardan gelen sesim, yankılanıyor kadim kayalarda. Sesimi bırakıyorum Kirmir Kanyonu’na. Kanyondan çıkıp dik bir yamaçtan mağaralara inerken etrafımızı çevreleyen kayalar soluğumu kesiyor. Kavacık mevkiindeki peri bacaları eşine az rastlanır nitelikte. Her bir oluşum ayrı bir hikâye anlatıyor sanki. Kayalar geçmişle ilgili çok şey anlatır, onları dinlerseniz. Hayatın izi kalmıştır yüzeylerinde. Devasa kayaların mağaralara yakın yüzüne de eski zamanların kadim hükümdarı, rüzgâr ve yağmurun yardımıyla silüetini bırakmış. “Bir zamanlar” düş-tüm diyerek.
Mağaralara ulaştığımda sırtımdan hafif bir ürperti geçti. Mağaraların ilk sahipleri Hititlermiş. Daha sonra Frigler ve Bizanslılar hüküm sürmüş buralarda. Dört katlı mağaraların içinde oyularak yapılan merdivenler, odalar, kiler ve mutfak olarak kullanılmış bölümler var. Duvarlardaki nişler hâlâ güzelliğini koruyor. Üst taraftaki mağaraların yolu biraz tehlikeli. Arkeologlar buranın merkezi bir kilise ve köy topluluğu olduğunu varsayıyorlarmış. Yukarıdan baktığınızda Kirmir Çayı’nın kıvrak süzülüşü, kanyonun kaya duvarları ve sarı bozkır, tablo gibi bir görüntü sunuyor. Hiçbir ressamın tuvalinde renklerin bu tonunu bulamayız.
Kaya duvarlar konuşkan değiller, kendi içlerine çekilmişler. Yüreğimde bir hiçlik uyanıyor. Yaşamın aralıksız hikâyesini hissediyorsunuz böyle yerlerde. Suya atılan taşın oluşturduğu halkaların ortasına atılan yeni bir taşın meydana getirdiği halkalar gibi. Sürekli yineleyen bir döngü bu. Ben de sözcüklerimi atıyorum Kirmir Çayı’na. Bir taş gibi düşüyor, yüzeyde hayret dalgacıkları oluşturuyor. Gündüz düşlerim solmaya başlıyor gün akşama kavuşurken. Zamanın bekçileri olan bizler için güneş batmış, ay doğmuş ne fark eder ki?..