İnsan yok oluşa mı sürükleniyor? İnsanlık son bunalımı nasıl aşacak? ÇIKIŞ NEREDE – II

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

AYDINLARA VE SANATÇILARA ORTAK SORULARIMIZ

1. Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği savını haklı buluyor musunuz?

2. Amerikalı Marksist David Harvey bugünkü teknolojik gelişmelerde insanlığı anbean denetleme ve sınıfsal tahakküm tehdidinin varlığını vurguluyor. Bu tehdidi özellikle 5G ve Yapay Zekâ (YZ) teknolojilerinin daha da güçlendirdiği yönünde bilim adamlarının kaygılarını paylaşıyor musunuz?

3. Üçüncü binyılda insanlığı teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’a sokma çabasındaki küresel oligarşiyi –teknolojik ve ekonomik gelişmede önderliği yakalamasıyla– Çin’in durdurabileceği (David Harvey) görüşüne katılıyor musunuz? 5G ve YZ teknolojilerine karşı kitlesel gösterilerin başladığı aşamada Kovid – 19 salgınıyla girilen sürecin sonunda insanlık için nasıl bir gelecek tasarımı öngörüyorsunuz?

4. Postmodernizmle birlikte felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluk duygusunu yaygın olarak yitirdiği eleştirisini yerinde buluyor musunuz? Bugün insanın yok oluş sürecine sokulduğu bir dünyada sanatçı ve düşünürler ne yapmalıdır?

ÖNER YAĞCI

İnsanlık bir yandan sel, yanardağ, deprem, kıtlık, yangın, salgın gibi doğal felaketlerle bir yandan da kendisinin yarattığı felaketlerle karşı karşıya kalıyor, onlarla baş etmeye uğraşıyor.

İnsanlık insanlığın kurdu, felaketidir.

İnsanlığın belalarıyla dolu tarih. Dünya İmparatorluğu kurmaya heveslenenlerin insanlığa ettiği kötülüklerle, örneğin yüzyıllardır süren dil, ırk, inanış, kültür, uygarlık, milliyet katliamlarıyla dolu tarih. Köleleştirmeler, köle emeği üzerinde yükselen zenginlikler, saraylar, uygarlıklar bir gerçek. Sömürgecilik, Çin’in, Hindistan’ın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın yağmalanması bir gerçek.

Emperyalizmin dünyanın zenginliğinin tamamının sahibi olmak için insanlığa getirdiği Dünya Savaşları, Nazi kampları, atom bombaları, soğuk savaştan sonra “Dünya İmparatorluğu” demek olan “Küreselleşme” de insanların birbirlerinin başına açtığı bir beladır. Yeni, güncel, güçlü, etkili, yaygın, yok eden bir bela.

Emperyalizmin kapitalizmle başlamasından itibaren doğayı ve insan doğasını yıkıma uğrattığını görmezden gelmek olanaksız.

Bilim ve teknoloji, yaşamın her alanında atılan adımlarla olağanüstü hızlı bir biçimde gelişiyor ve aslolan bu gerçekleşmenin de insan eliyle olduğudur.

Bilim ve teknolojinin büyük sermayenin, uluslararası tekellerin elinde olması elbette sınıfsal tahakkümü getiriyor. Buna karşı çıkarken teknolojik gelişmeye tavır almak yerine teknolojinin ezilen sınıflarca kullanılması savaşımında güçlenmeyi yeğleyen politikalar ve örgütlenmeler üretmek gerekir.

Emperyalist piyasa koşullarına ve kurallarına, elindeki ucuz işgücü silahını kullanarak ve piyasanın gerektirdiği doğrultuda adımlar atarak başarıyla uyum sağlayan bir başka süper güç olan Çin’in genel olarak bilim ve teknolojideki tekellerin egemenliğini kıracağını beklemenin boş bir hayal olduğunu düşünüyorum.

Bu belanın toprağımıza ve yaşamımıza getirdiklerine bakınca felsefe ve sanatımızın nerelere götürüldüğü konusunda da önemli sonuçlara ulaşırız.

Tarihi boyunca, sürekli belalarla, saldırılarla karşı karşıya kalmış olan Anadolu tüm bunlarla baş etmesini bilmiş ve onları güzelliğinde yok etmiştir.

Emperyalist paylaşımın Sevr dayatmasıyla karşı karşıya bıraktığı Anadolu, Kurtuluş Savaşı’yla bu dayatmayı Lozan’a dönüştürmeyi başardıktan bir süre sonra bile yeni belalarla savaşmak zorunda kaldı. 1930’lu yılların kuruluş ve yapılanma döneminden sonra yaşanan 1940’lı yıllardaki aydınlık ve karanlık savaşımından aydınlık güçlerin yenik çıkmasıyla NATO’ya giriş, ikili anlaşmalar gibi atılan adımlar “Amerikan Yaşama Biçimi”nin özendirilmesini de getiriyordu. 1950’li yılların başında “Küçük Amerika olmak” düşü bela olmuştu toprağımıza. Bu yaşama biçimi ve bu düş “soğuk savaş” ve sol düşmanlığı politikasıyla karşıt sesleri susturup egemenliğini pekiştirirken kendi ideolojisi, kültürü dışındaki her şeyi yok etmeye başlamıştı. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 operasyonları bu eylemin önemli dönemeçlerindendi, 1990’lı yıllar küreselleşmenin uluslararası alanda da etkinliğini pekiştirdiği yıllardı.

  1. yüzyıla bu konumda girdik.

Ahmed Arif’in tarihi boyunca kendisini tutsak almak isteyenleri bağrında eritmeyi bilen Anadolu’yu anlatan şiiri tam da bu gerçeği vurguluyor:

“…Binlerce yıl sağılmışım/ Korkunç atlılarıyla parçalamışlar/ Nazlı seher-sabah uykularımı/ Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar/ Ne İskender takmışım/ Ne şah, ne sultan/ Göçüp gitmişler gölgesiz/ Selam etmişim dostuma/ Ve dayatmışım…”

Sanat gücünü insandan alır; insansa gücünü bin yıllardır insanın yarattığı ilk destanlardan, ilk iş türkülerinden, ilk mağara resimlerinden beri gelen sanattan alarak Yeni Dünya Düzeni’nin dayatmalarına karşı direnir.  En zorba düzenlere, en koyu karanlıklara direndiği için var olmuştur sanat da insan da. İnsana sanat, sanata insan; yaşama sanat, sanata yaşam yakışır.

Her şey kendisini yok edecek çelişkiyi de bağrında taşır. Üstelik bu çelişki, görkemli mirasımızla, sanatımızın, aydınlığımızın kıvancı olan ustalarıyla ve onların yüzlerce yapıtıyla bize güç katıyor.

EKREM ATAER

“Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği” savını tam anlamıyla kabul edemiyorum.

İnsanı, insan doğasını ve uygarlığı bekleyen şeyin daha öncelerinde olduğu gibi bir yok oluş değil, köklü bir değişim olacağını düşünüyorum. Bu değişim, bir öncelini tam anlamıyla yok etmekten ziyade; dönüştürerek, katarak, eksilterek farklı bir düzleme taşıyacaktır. Uygarlık geçişlerinin geri dönüşsüz bir yok oluşa” sürüklenerek değil, toplumların ve insanlığın temelinde yatan kadim hücrelerin ne pahasına olursa olsun korunarak olacağı inancındayım. Bundan öncesinde de böyle olmuştur. Bu konuya Halk Bilimci ya da sanatçı kimliği ile baktığımda da aynı sonuca varıyorum. Folklor dediğimiz bilim dalının envanteri de işte bu kadim hücrelerin oluşturduğu ve halen yaşayan dokularda saklıdır. İnsanoğlu, tüm doğa ile birlikte yürüttüğü evrim yolculuğuna devam ederken, uygarlık değişimlerini bu yolculuğun içinde bir nev’i metamorfoz olarak görüyorum. Meyve kurdu uzun adımlama da bir evrim geçirir ama bu evrimin içinde; larva, tırtıl, krizalit, pupa ve kelebek süreçleri ile aslında metamorfozunu da yaşar. Lakin meyve kurdunun asıl dönüşümü, bağlı olduğu şartlara göre oluşan, tür evrimidir.

Bizim de temel iki meselemiz vardır: sosyal metamorfoz ve insanın evrimi. Sosyal metamorfozu yok oluş olarak değerlendirirsek yanılgıya düşeriz. Bu toplumların zaten doğalında olan bir süreçtir.  Aslında burada insanın antropolojik evrim hızı ile toplumların ve uygarlıkların metamorfozunun ne kadar senkron olduğu belirleyicidir. Bu senkron içinde ritmin kaçtığı anlarda anomaliler de birlikte gelecektir. Dünya savaşlarının aslında bu anomali yani bireyin ve toplumların evrim  süreçlerinin a-senkrona düştüğü dönemler olduğu kanaatindeyim.

Bu dönemler aslında hep yeni bir defans sistemini harekete geçirmiştir. Tarih içindeki toplumsal çöküşlerin, yeni bir sıçrayışı tohumlaması da bundan başka bir şey değildir.

Kapitalizmin dalgalar halinde; doğayı, insan doğasını, ilişkileri, ahlak değerleri, sosyal yapıları hızlıca bozduğu ve bunun da her dalga sürecinin sonunda farklı bir sosyal metamorfozu tetiklediği tabii ki vazgeçilmez bir gerçektir. Bilişim çağı insanı diye başlayıp, sosyal medya sarhoşu halinde “androidleşme” sürecine girmemiz bu metamorfoz yürüyüşün en belirgin adımıdır sanırım. Ve hatta iyice meydanı bol ve boş bulan sistem, yarattığı sanayinin adını “android” koyacak kadar da yüzsüzleşmiştir.

Peki ya gelecek nasıl olacak? derseniz…

Son yaşanan pandemi süreci, kapitalizmin tam anlamıyla ipinin pazara çıktığı ve sistemle birlikte insanlığın da nasıl zavallı bir noktaya düştüğünün temâşâ sahnesidir. “Dünya devleri “dediğimiz ülkelerin titrediği, “dünya liderleri” dediklerimizin de soytarı durumuna düştüğü bir süreçteyiz. Süreci gayet olumlu ve Kapitalizmin kendi derdine düştüğü bir dönem olarak görüyor ve salgın sürecinin “komplo süreç” olduğu teorilerini kabul etmiyorum. Bu dönemde yaratılmak istenen; köşeye sıkışan kapitalizm ve sermaye “aslında her şey bizim elimizde” rüzgarını estirmek için yarattığı sun’i komplo rüzgarından başka bir şey değildir.

Yakın bir gelecekte insanlık doğal olana dönecek ve köklerindeki üretim ve üleşim yöntemlerini arayacaktır.Bu süreci sahipsiz ve lokomotifsiz bırakmama sorumluluğu ise sisteme başından beri muhalif ve alternatif olan düşünce ve eylem gruplarına düşmektedir. Robotların dahi iş güvenliği ve çalışma saatlerinin, küresel anlamda “vatandaşlık Temel Geliri” teorilerinin tartışıldığı, dinin kısmen de olsa tahtının sallandığı” günümüzde; tüm ideolojilerin, felsefi akımların, teorilerin ve tezlerin gözden geçirilip tanımlamalarının tekrar yapılması zamanı gelmiştir.

İnsanlığın geleceği; sol, muhalif, insanın özgürleşmesinden, ortakçıl yaşamdan, doğadan, çevreden ve özgürlüklerden yana olan tüm sistem önerilerinin içtihat kapılarını açmalarına bağlıdır. Yoksa onların da; tarih içinde, o kapıyı kapalı tutarak yok olup giden dinlerden farkları kalmayacaktır.

HÜLYA DENİZ ÜNAL

David Harvey “kapitalizmin eleştirisini iyi yapmak onu değiştirme arzusu doğurur” derken çok haklıdır. Kapitalist ülkeler en az maliyetle en fazla kazancı elde edebilmek için kurdukları sanayi tesisleriyle soluk aldığımız havayı, suları, denizleri kirletir, yeşil alanlarımızı yok ederler. Yoksulluklaştırdıkları da hayatta kalabilmek için doğayı sömürmek zorunda kalır. Dinamit patlatarak balık avlayan balıkçıyı, ormanları parça parça yakarak ekip biçeceği araziyi yaratan köylüyü, ya da terk ettiği kırsalda evi, toprağı ve özgürlüğü varken şehirde gettolara sıkışan, bir kira parası ile karın tokluğuna yaşamaya çalışanları nasıl açıklayacağız başka? Bu kısır döngü böylece sürüp gider.

Dünya tekdüze bir yerken, yenidünya insanı teknolojinin gelişmesiyle birlikte kendine yeni eğlenceler buldu.  5g ve yapay zekâ gibi. Bunlar heyecan verici ve daha kazançlılardı, teknoloji üzerinden rekabete girip yeni pazarlara açılma kavgasına abd, çin ve rusya çoktan başladılar.  Yapay zekâ insandan zeki hale gelmiş değil, akıl yürütemiyor, bilinçli değil, henüz idrak seviyesinde. Beste ve resim yapabiliyor, tıbbi tanı koyabiliyor, görme, işitme, dokunma duyuları kazanıp araç kullanabiliyor. 5 g teknolojisi ise eşyanın internetten kullanılabilmesini sağlıyor, o eşyada bir çip takılı olması yeterli, siz onu bu teknolojiyle kullandığınızda sistemde görünen çiplerden biri haline dönüşmüş oluyorsunuz. Bertolt brecht’in ‘tankınız ne güçlü generalim/ siler süpürür ormanı/ yüz insanı ezer geçer/ ama bir kusurcuğu var/ sürecek insan ister” dizeleri de boşa düşmüş oluyor böylece. İnsansız silahlı savaş uçakları, koordinatlarını kendi belirleyip limanlara giriş çıkış yapabilen savaş gemileri, insansız tanklar yakın gelecekte mümkün gözüküyor ancak yaydığı radyasyon nedeniyle vereceği hasarın, insan ırkının ötesine geçip hayvanlar ve bitkilere de verdiği zarar kanıtlanmış durumda. Doğası ve ruhu bozulmuş insanın yapabileceği kötülüklerin sınırı olmadığını tarihteki kötü örneklerden biliyoruz.

Kapitalistlerin gözünde kalabalık nüfuslu bir ülke olarak ne yazık ki yalnızca ‘pazar’ durumundayız. Bir telefon, bir televizyon bile üretemiyor oluşumuz bu rekabette ne kadar geri kaldığımızın kanıtıdır. Avrupa’dan en çok çöp satın alan ülke olduk. Avrupa’da hiçbir ülke gemi sökümü yapmazken, bengaldeş, pakistan gibi ülkelerin bile çevreye verdiği zarar nedeniyle sökmeyip geri çevirdiği tekneler türkiye’de sökülür oldu. Marks’ın kapitalizmin doğuş aşamasına dair belirlediği para-meta-para ilişkisi, burada elle tutulmayan, gözle görülmeyen, bir hayalin ya da hayallerin yaratımıyla toplumun yaşayışını kazanca dönük olarak değiştirecek yeni bir satışa dönüştürecektir. Bedeli insanlık için ağır olacaktır çünkü yapay zekâ ve robota dönüştürülmüş nesnelerin kullanımı pek çok alanı etkileyecek, birçok mesleği yok edecek, işsiz kalmasını sağlayacaktır. Bu teknolojik gelişmelerin en çok bizim gibi ülkelere zarar vereceği acı bir gerçek olarak duruyor.

Postmodernizmle birlikte felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluğunu yitirmesi kaçınılmazdı çünkü “ben”  öne çıkmış; tüketim, eğlence, internet, hız, cep telefonu gibi şeyler yaşamlara eklenirken bireyci bir anlayış hâkim olmuş, idealimizdeki oklar kendimizi göstermeye başlamıştır. Kovid salgını, düşünce ve yaşantı seçeneklerimizi değiştirerek hepimizi yalnızlaştırdı. Yalnızdık, daha yalnız olduk. İç dünyasında zenginleşip kendine yetebilen, bilinçli insanın ayakta kalmasıyla sonuçlanacak.

Bana göre her şey ‘nezaket’ sözcüğünde düğümleniyor. ‘nezaket eşiği’ aşıldıktan sonra kendilik bilinci yok oluyor, bütün değerler anlamını yitiriyor, ben’ine tutsak olmuş süper ego devreye giriyor ve bütün taşlar uçuruma doğru oynuyor. Öteki’nin farkında olan ben’i bulmak ilk işimiz olmalı.  Sistemleri yaratan insandır. O sistem zararlı olduğunda yıkıp yerine yenisini koyacak olan da insandır. Umutsuz değilim…

MUSTAFA PALA

Teknoloji Sorunsa Çözümü İnsandır!

Topluca söylemek gerekirse…

Farklı Yaklaşımlar

Sürücüsüz araçlar trafiğe çıktı ve daha az sorun yaratıyorlar, üstelik çevreciler; öğrenciler taktıkları contact lenslerle ders kitaplarına ve tabletlere gereksinim duymadan bir göz kırpmasıyla müfredatın tüm bilgilerine ulaşabilecekler; tuvaletlere koyduğumuz çipler likit biyopsimizi yapabilecek, bir hastalığımız varsa hangi ilacı hangi dozda kullanmamız gerektiğiyle birlikte telefonumuza iletecek; İnternetin yerini “beyin-net” alacak, duygu ve anılar da sosyal medyada paylaşılabilecek; kanser nano-tıbbi malzemelerle tıp literatüründen silinecek, kendi hücrelerimizden böbreğimizi evimizin salonunda 3D yazıcılarla kendimiz üretebileceğiz…

Bunlar, fütüristlerin yakın geleceğimize ilişkin öngörülerinden birkaçı. Ama bilimkurgu yazarları ve yönetmenleri, ileri teknolojinin geleceğe etkileri konusunda bu kadar ütopik değil. Onlar gelişmeleri çoğunlukla insanlığın yok oluşa doğru sürüklenişi biçiminde, distopik öngörülerle betimliyorlar.

Teknolojinin 5G ve Yapay Zekâ ile ulaştığı düzeye, birbirine ters yönde iki yaklaşım gözleniyor: Bunlardan birini, Amerikalı fütürist; “İnsanlık 2-0”ın yazarı Raymond (Ray) Kurzweil temsil ediyor. Kurzweil, teknolojinin doğrusal değil, üstel geliştiğinden hareketle, bu yüzyılın sonunda 1.0 sürüm biyolojik bedenlerimizin ve beyinlerimizin biyolojik olmayan zekâyla birleşerek trilyon kere trilyon daha fazla bir güce ulaşacak “tekilliğe” gittiğini ileri sürüyor ve şu anda bu geçişin ilk aşamalarında olduğumuzu söylüyor.

Amerikalı Anarko-Primitivist (Anarşist İlkelci) John Zerzan ise bu teze itiraz ediyor, “İnsanlık, tahakküme mutlak bir teslimiyet hâlinde kendisini tasfiye ederek sona eriyor.” diyor. Zerzan, bu çöküşün önüne geçecek makine kırıcı, uygarlık karşıtı bir politikayı rehber edinecek yeşil ya da ilkelci anarşist tepki öneriyor.

Bir de İngiliz Bilim Kuramcısı Roger Penrose gibi YZ’nin insan yapımı olmasına dayanarak, insanın kontrolünden çıkamayacağını, insana özgü niteliklere ulaşamayacağını öne sürenler var. Penrose, Kralın Yeni Aklı kitabında, yapay zekâ kralına “Çıplak!” diyor. Çünkü 1017 mantık ünitesine sahip Ultronic bilgisayarın test toplantısında şu soruyu soruyor: “Nasılsın?” Yanıtlamak şöyle dursun, soruyu bile anlamıyor Ultronic!

Neler Oluyor?

Teknoloji alanında yaşanan sıçramalı gelişmeler, günlük yaşamımızı eşzamanlı etkileyen sonuçlar doğuruyor. Bu baş döndürücü gelişme, insanlığa hem beslenme, barınma ve sağlık gibi geleneksel sorunlarını aşmak için fırsatlar sunuyor hem de toplumsal uyum ve insani değerlerin korunması noktasında riskler taşıyor.

5G ve YZ temelli son endüstri atılımını gerçekleştiren kapitalizm, kendisinden önce hiç olmadığı kadar emeği ve insanı ihmal ediyor. Doğasında, toplumsal eşitliği temel alan bir devrimle çözülebilecek kadar büyük bir istihdam sorununu barındırıyor.  Var oluşunu “artı değer” üzerine kurmuş olan üretim ilişkilerinin egemenlik biçimini, mali sermayenin üretim sermayesiyle bütünleşmesinden beri, çok daha faşizan biçimde sürdürüyor.

Kapitalizmin kazandığı bu ivme, toplumun tüketim alışkanlıklarını ve kültürünü yeniden inşa ediyor: Dijitalleşen yaşam, tek kullanımlık nesneler, sınırsız bireysel tercihler, cinsel özgürlük hareketleri… Postmodernizmin sanat ve felsefede bağlamsızlaştırdığı anlamdan böyle bir sosyokültürel yapı biçimleniyor. İletişim araçları arttıkça insan daha çok yalnızlaşıyor. O kadar ki ‘Yalnızlık Bakanlığı’ kurulan İngiltere’de hükümet, “İntiharları Önlemekten Sorumlu Bakan” atıyor! Batı’nın yitirdiğini, Asya ancak kamuculuğa sarılarak koruyabilir ve insanlık için bir umut olabilir.

YZ’nin Farkı Ne?

Geleceğe ilişkin iyi ve kötü senaryolar yazarken her şey gibi teknolojinin de sınıfsal olduğunu unutmamak gerekiyor; bir de sınıfların ortadan kaldırılmasının teknik ilerlemeyle değil, siyasal iktidarla mümkün olduğunu! İnsanlığın başlangıcından bu yana büyük eşiklerden biri kabul edilen YZ’nin farkı, nesnelerin interneti sayesinde öğrenebilen bir algoritmaya sahip olması ve bu yüzden ne yönde gelişeceğinin, insanı nasıl değiştireceğinin kestirilememesi.

Bu belirsizlik birçok distopik efsane üretilmesine izin veriyor. En son Covid-19’un, Avrupa kapitalizminin kendisine yük olan emekli nüfusu azaltmak ya da insanları çipleyerek denetim ve kontrol altına almak amacıyla üretildiği söylencesi gibi! Kapitalizmin yarattığı sorunların özelleşerek, bireycileşerek ve bencilleşerek çözülemeyeceğini görmek; farklılıklarımızı koruyarak, dayanışmacı, paylaşımcı ve kamucu bir muhalefetin örgütlenmesine umut bağlamak gerekiyor.

Halkın doğal afetlerdeki dayanışması, bu sorunun nasıl çözüleceğini gösteriyor; Soma faciasında sedyeye konurken kirlenmesin diye çizmelerini çıkarmak isteyen maden işçileri de gereken umudu yeşertiyor!

Düşünürün bilgi, sanatçının ilham alacağı nokta budur!

AHMET İLHAN

1. Kapitalizmin gerek bütün olarak doğayı, gerek insan doğasını bir şekilde istismara açık halde tuttuğu, bizzat bu istismar ve talan fiilinden beslendiği, kendini oradan ürettiği ve dolayısıyla başlangıçta göreceli ilerlemelere neden olsa da gelişim aşamasında ve günümüzün hâkim ideolojisi olarak gezegenimizi içindeki her şeyle birlikte bir yok oluşa sürüklediği fikrini,  gerçekçi veya en azından ciddi buluyorum. Ancak bu sürüklenişin dönüşsüz olduğu savı, biraz abartılı olabilir. En azından gezegenin kendi yazgısı anlamında böyle olduğunu düşünüyorum, zira doğa kendini koruyacak aparatlara da her zaman sahip olmuştur, ancak insanlar için bu kötücül kehanet gerçekleşebilir görünüyor.

2. En önce, bu kaygıyı paylaştığımı belirterek başlayayım. Zira günümüz küresel hâkimiyetin temsilini sürdüren bu düzenin sonsuz genişleme ve büyüme sarmalı, kapitalist ekonominin çıkışsız gibi görünen bu modeli, geliştikçe karmaşık hale geliyor. Nitekim kapitalist sermaye, “doğa” ile kurduğu ilişkinin geri dönüş etkisini görmeye çalışıyor ama coğrafyalar, ülkeler, toplumlar ve insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini öngöremiyor. David Harvey, bir süredir, yukarıdaki krizlere de işaret eden, özellikle bölgeler arasındaki çatışmaları, kapitalist tahakkümün merkezi bir payı olarak düşünmeye izin veren bir “tarihsel-coğrafi materyalizm” geliştirmeye çalışıyor. Kapitalizmin, teknolojik değişim ve ekonomik büyümeye olduğu kadar coğrafi genişlemeye de bağımlı olduğunu, söyleyen Harvey, kapitalizmin kendi gerilimini azaltmak için yeni coğrafi keşiflere, fetihlere (uzay dâhil) giriştiğini söylüyor. Bu da emperyalistler arası karakter ve tahakkümün yeniden üretiminde, onlar için zorluklar yarattığı gibi sahiplerinin gaddarlığını da keskinleştirip tahammül edilemez kılıyor. Ancak kapitalizmin ekolojik olarak yarattığı sorunların ölçeği, toplumsal krizlerin ve hiç şüphesiz bundan doğacak savaşların ciddiyeti, insanlar üzerinde teknoloji marifetiyle sağlamaya çalıştığı kontrolden çok daha büyük bir tehlike olacaktır, kanaatindeyim.

3. Çin’in bir çeşit devlet kapitalizmiyle ve ultra ucuz emek gücü ihraç ederek küresel ölçekte kapitalizme eklemlendiği türünde görüşler de var ve işin doğrusu Harvey’in öngörüsünün gerçekleşebilirliği konusunda hangi ölçütleri kullandığından emin değilim. Dijital çağın tüm imkânlarıyla kendi yapısını üretmeye ve sürdürmeye çalışan bir küresel kapitalizm gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuzu, şimdilik bu güçlü akıntıya karşı koyacak bir dirence ve alternatif güç imkânına sahip görünmediğimizi; Covid-19 salgın tipi her krizin de kendi içkin doğası gereği kapitalizmin ekmeğine yağ sürdüğünü, örneğin 1 trilyon dolar sermayeye onlarca yılda erişen ABD merkezli teknoloji şirketi Apple’in 2 trilyon dolarlık piyasa değerine sadece 21 ayda ulaştığını görerek söyleyebilirim ki gelecek distopik görünse de tam da kapitalizmin bu yıkıcı doğasından dolayı süreci köklü ve güçlü bir biçimde tersine çevirecek dinamikler de yine bu akışın için de saklıdır.

4. En önce içinde olduğumuzu düşündüğümüz bu post-modernist döneme dair yaygın bir betimsel analizi paylaşarak şunları söyleyebilirim: Post-kapitalizmin yeni ekonomik düzeninde ve teknolojinin marifetiyle birey ve toplum geniş sosyal mekânlardan çekilir; ev, oda denilen dar hücrelerin içine hapsolur ve gerçek olaylarla karşılaşmaları görünür ve şahit olmaktan çıkar, birey böylece gerçeğe sadece dil-söylem üzerinden ulaşır ve gerçeği o boyutta kavrar. Bu da gerçekliğin, dilde çözülmesine, ne türde olursa olsun fikrin kendisinin “gerçek” e dönüşmesine neden olur. Bu durumun kendisi büyük bir pazara dönüşür ve güçlü ikna ve algı mekanizmaları, araçları devreye girer. Bu merkezler tarafından ustalıkla söylem ve nesnesi arasındaki hiyerarşi tersine çevrilir. Gerçeğin ihmal edilişi, gittikçe kanıksanır ve hakikat pragmatik dilin keyfiyetine kalır. Birey ve toplum, “gerçek ve gerçek dışı” olana dair ölçülerin artık geçerli olmadığı, kendinden menkul bir algısal boyutta her şeyi birbirine karıştırır, sersemler ve yön duygusu kaybolur. Evet, bütün bunlar oldu veya olmaya yakın gibi, dolayısıyla eleştiriye katılıyorum. Sanatçı ve düşünür öncelikle bu girdaba kapılmama düzeyinde bilince sahip olmalı ve yeni araçlarla, çağa uygun alternatif bir söylem ve dil geliştirmelidir. Fakat ne yazık ki bu konuda oldukça geride olduğumuzu düşünüyorum…

MURAT TUNCEL

1. Böyle bir savı haklı bulmamak olanaksız, fakat bu savdaki kapitalist düşüncenin tüm insanlığın düşüncesiymiş gibi kabul edilmiş gösterilmesi ve kapitalizme karşı mücadele eden insanları yok sayması imasına katılmıyorum. Ayrıca da insanlığın binlerce yılda inşa edip sahiplendiği uygarlığın kapitalizmin üflemesiyle bir anda yok olacağını düşünmüyor ve uygar insanın bu suni zorlamayı da sabırla yeneceğine inanıyorum.

2. Bilim insanlarının savlarının geçerli kanıtlara dayandırıldığına inandığım için onların bu kaygılarına elbette katılıyorum. Hâkim düşüncenin 5G ve YZ. Teknolojisiyle insanlığı anbean sistematik olarak denetleme istediği bir gerçek. Bu gerçeği kimse göz ardı edemez.  Bilim insanlarının bu kaygısına katılırken şunu da söylemek isterim ki; bu teknolojik gelişmelerin kullanımını insanlık yararına çevirecek olanlar da çalışkan ve içten özverili bilim insanları olacaklardır. Ayrıca da René Dupont’un yıllar önce yazdığı “Uçurumun Kıyısındaki Dünya” adlı yapıtını bilim insanlarının ve hepimizin yeniden ve dikkatlice okumamız gerektiğini de düşünüyorum.

3. Küresel oligarşi yüz yıllar boyunca adım adım vardığı bugünkü emperyal konumunu yani sizin deyiminizle -Yeni Ortaçağ’ını- kalıcı kılmak için elinden gelen çabayı gösteriyor. Bunu başarmak için de rakiplerini adım adım izliyor. Bugünkü Yeni Ortaçağ’ın karşısında duracak tek güç odağı da sosyalist düşüncenin şu andaki en güçlü temsilcisi olan Çin. Eğer Çin akıllı politikalarla ekonomisini büyütebilirse, geliştireceği yeni teknolojilerle de insanlığı denetleyen 5G ve (YZ) gibi denetleme araçlarını da durdurma olanağına sahip olacaktır.

Bana göre kovid-19 süreci insanlık yararına yönetilebilirse, bu süreçten sağlıklı kurtulanlar daha huzurlu bir dünyada yaşayacaklardır. Bunun için de tüm insanların hem kendileri, hem de birbirleri için el ele vermesi gereklidir.

4. Gelişmiş kapitalizmin yaratımı olan postmodernizm düşünce belli çevrelerin felsefi düşünce ve sanat anlayışını çok yönlü etkiledi. Fakat bu etkileşim kitlesel düşüncenin değişim ve dönüşümünü tam olarak sağlayamadı. Eğer iyi ve objektif bir araştırma yapılırsa batıda da, bizim felsefe ve sanat dünyamızda da bunun böyle olduğu kolayca görülebilir. O nedenle de bu düşünceyi tam olarak doğru bulduğumu söyleyemem.

Sanatçı ve düşünürlerin dün olduğu gibi bugün de, yarın da görevi insanlığa umut taşımak olmalıdır. Hele böylesi zor dönemlerde bu görevlerini daha iyi yapmalıdırlar.  Ben bu konuda Sanat ve İnsan yapıtında İrwin Edman’ın, “Sanatın karakteristik bir özelliği de, dünyayı ve hayatı daima yeni ve akla gelmeyen kalıplar içinde göstermesi gerekli,” görüşünü önemsiyor ve bu görüşe katılıyorum. Ayrıca da sanat insanının görevinin umut taşıyıcılığı olduğuna inanıyorum.

Y

öne çıkan görsel
Dijital teknololoji her yere uzanıyor

arın: III. Bölüm

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Güncel

En çok okunanlar