İnsan yok oluşa mı sürükleniyor? İnsanlık son bunalımı nasıl aşacak? ÇIKIŞ NEREDE – VI

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

SANATÇI VE AYDINLARA ORTAK SORULAR

1. Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği savını haklı buluyor musunuz?

2. Amerikalı Marksist David Harvey bugünkü teknolojik gelişmelerde insanlığı anbean denetleme ve sınıfsal tahakküm tehdidinin varlığını vurguluyor. Bu tehdidi özellikle 5G ve Yapay Zekâ (YZ) teknolojilerinin daha da güçlendirdiği yönünde bilim adamlarının kaygılarını paylaşıyor musunuz?

3. Üçüncü binyılda insanlığı teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’a sokma çabasındaki küresel oligarşiyi –teknolojik ve ekonomik gelişmede önderliği yakalamasıyla– Çin’in durdurabileceği (David Harvey) görüşüne katılıyor musunuz? 5G ve YZ teknolojilerine karşı kitlesel gösterilerin başladığı aşamada Kovid – 19 salgınıyla girilen sürecin sonunda insanlık için nasıl bir gelecek tasarımı öngörüyorsunuz?

4. Postmodernizmle birlikte felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluk duygusunu yaygın olarak yitirdiği eleştirisini yerinde buluyor musunuz? Bugün insanın yok oluş sürecine sokulduğu bir dünyada sanatçı ve düşünürler ne yapmalıdır?

Gunumuzun-Don-Kisotlari

FERİDUN ANDAÇ

1. Tükenişin yabanıl hayata müdahale ile başladığını düşünecek olursak, sanayileşme adım adım bu dönüşsüz yolu açtı. Üstelik her yeni dönem nasıl adlandırılırsa adlandırılsın yıkımlar çağını var etti. Günümüz dünyasında bunların sorgusunu yapan, hatta her türlü yıkımın ardına düşen Sebastiao Salgado’nun bireysel öyküsüne dönünce, onun tanıklığındaki dünya işte tüm bunları bir bir gösteriyor bize.

2. Yıkımın açtığı gedikleri görebilmek için sanırım sanatçıların tanıklığına gitmek gerek. Özellikle de görsel çağın güçlü alanlarına. Sebastiao Salgado’nun Toprağımdan Yeryüzüne kitabını okuyup ona dair Toprağın Tuzu belgeselini izlediğinizde bunu tüm boyutlarıyla gözlersiniz. Artık her türlü kaygının da ötesine geçiyorsunuz. Eylem gerek bize! Aslında “sınıf savaşı” kavramı asıl şimdi kendi nedenselliğini var ediyor. “Zenginler Kulübü”nün dünya hegemonyası ahtapot gibi insanlığın her alanını kaplarken, itiraz edebileceğimiz öyle çok şeyi getirip yaşantımıza yerleştiriyor ki… Bir nevi yeryüzü canlılarının hayatlarını tehdit eden bir “güç” onların “teknoloji” dedikleri. Önce sahip olma güdülerini biçimliyorlar insanlığın, ardından da dayattıkları her bir şeyi zorunlu / gerekli kılıyorlar.

Bugünün salgını da işte bunun bir parçasıdır. Savaş artık bir yerde / bölgede değildir; insanlık tehdit altındadır. Yok edicilik içeren bu dev adımların insanlığı nasıl tehdit ettiğini anlatmak görevimiz…O nedenle kaygı değil, eylem gerek diyorum.

3. Ben Çin’in de öyle çok “masum” olduğunu düşünmüyorum. Güç savaşımını başlatan ileri teknolojinin değirmenine su taşıyor bir ülkedir Çin. Küresel kapitalizmin ne dengesidir, ne de panzehiri… Salgına dair komplo teorilerini bir yana bırakarak bilim insanlarının açıklamalarını göz önünde tutarsak; “ikinci yeni dünya düzeni” formülünün hangi ülkelerin bilim laboratuvarlarında yer aldığını sorgulamamız gerekir asıl. Gelecek tasarımı oralarda yapılıyor. Diğer ülkelerin kukla hükümetleri de kendi insanlarını piyon / kobay olarak kullanıyorlar ne yazık ki!

Korku, kaygı ve yıkımla bezenen bir gelecek tasarımı öneriyorlar. Bill Gates’in öyküsünü izleyerek sanırım o “gelecek” tasarımının şifrelerini çözebiliriz. Öte yanda da ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun uyarıları o tasarım düşüncelerinin neleri içerdiğini anlatıyor bizlere.

4. İşte o itiraz düşüncesini pekiştirecek, insanlığı eyleme geçirecek adımları atmalıdır sinema, edebiyat, tiyatro…

“Yeni emperyalizm”in “yeni sömürge” anlayışının tüm dayatmalarına karşı uyarıcı bilinç aşısını sanat gerçekleştirebilir. İnsanı dıştalayan, doğayı kölesi kılan bir zihniyetin bugünkü salgını var etme nedeni gene insan / doğadır. Köleleştirmeye yeni bir biçim / ayar verme sürecidir. Ama insanın yaratıcılığının önüne hangi seti gererseniz gerin, bilimle  / bilgiyle / yaratım düşüncesiyle o zihniyetin kalıplarını kırma bilinci artıyor. Yani her türlü şiddet o bilinci yeniden düşünme / kurma bakışını etkiliyor. Yani sanat/çı da kendi yükümlülüklerini yeniden gözden geçirmek durumunda. Sözün gücü her daim kendini hatırlatıyor.

Şunu pekala diyebiliriz: “Topyekûn sanat”… Ama hayatın her alanına sirayet edebilen… Bunun gücüyle her türlü salgına karşı koyma bilincini yaratabilecek bir gücü var sanatın. Edebiyat, özellikle sinema, hele hele belgesel sinema, tiyatro… Bu anlamda Brecht yeniden keşfedilmeli, Shakespeare yeniden yorumlanmalı, Çehov / Balzac / Tolstoy… yeniden yeniden okunmalı. Ki, geçmişin gücünü / birikimini görmeden “yeni sanat” anlayışını kurmak pek mümkün değil. Onları var eden enerjinin günümüze söyleyebileceği çok şey olduğuna inanıyorum.

ASIM ÖZTÜRK

1. Yaşadığımız gerçeklerden yola çıkarak hemen ilk ağızda bunu tüketiyor biçiminde yanıtlamak çok kolay. Ayrıntılı, daha ayrıntılı baktığımız zaman, içinde yaşadığımız dünyanın bu tür süreçleri zaman zaman yaşadığını biliyoruz. Şu bir gerçek ki, tüketim olgusunun sınırsız bir biçimde hemen hemen her şeye saldırması, tüm kaynakları arsız bir kâr amacıyla tüketmeye başlaması doğrusu tüm insanları kaygılandırıyor. Nüfusun hızla artışı, planlamaların yapılmaması, kaynakların gelişigüzel kullanılması bu alanda düşünce üretenleri kaygılandırıyor. Yaşama ve doğaya bakışımız, değerlendirmemiz daha insancıl, daha bölüşümcü, daha eşitlikçi olmadığı sürece bu kaçınılmaz konumu yaşamamız olasıdır. İnsanlık ve onun içinde yaşadığı doğa hiç kuşkusuz bugün bile bundan yara almıştır ama insanın gelişimini ve uygarlığını ilerletme konusundaki çabasını durduracağını sanmıyorum. İnsan, ilerleme sürecinde derin olumsuzluklar yaşasa bile, bunu edindiği çözümsel akılla aşacaktır. Yaşadığı her zorluğu kendini geliştirerek ve çözümler üreterek aşan insanlık böylesine dar alanlara sıkışıp kalmayacaktır. İnsan, sorunun ve çözümün kendisi olduğunu bilerek davranacak, gelişmeyi ve daha iyi bilimsel yaşamayı seçecektir.

2. Hiç kuşkusuz tüm bilimsel gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanagelen bir yapının varlığını görmezlikten gelmek, gerçekliği kabul etmemekle eş değerdedir. 16. yüzyıldan başlayarak feodal yapıların yıkılıp egemenliğin ticaret burjuvasının eline geçtiği günden beri, insanlık yararına olmayan o kadar çok olumsuzluk yaşadık ki, tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu olumsuz sürecin evrilerek, bilimsel gelişmeleri kendi çıkarları için kullanarak sürdüren o anamalcı düzen az emekle çok kazanç elde etmeyi, emeği yoğun bir biçimde sömürmeyi kolay yol olarak seçmiştir. Uzun yüzyıllara dayanan bu süreçte teknolojik gelişmelerin giderek ne yazık ki emekçilerin yerini alabilecek makinelerle ve onların uzanımları olan gelişmelerle çalışma alanları daha da daraltılacaktır. Tekerin bulunduğu günden bu yana sürekli kendi yaşamını kolaylaştırma yönünde, doğanın tüm olumsuz güçlerine karşın ayakta kalabilmenin savaşımını veren insan için ne ilk ne de son gelişmeler olacaktır. Aklının biriktirdiği bilgiler ışığında çoğaltıp geliştirdiği, bunlardan giderek teknoloji dediğimiz makineleri, onları kontrol eden yapay zekâları üretir konuma gelmiş olması onun yaşamda kalma savaşımının bir parçasıdır. Yeter ki bu tür bilimsel gelişmeler belirli anamalcı kişiler, gruplar tarafından başka sınıfları ve insanları kontrol eder duruma gelmesin.

Karşı çıkılması gereken bu tür bilimsel veriler, ürünler değil, bunları kendi çıkarları için kullanan kişilerdir. O kişi ve grupların, az sayılarıyla ellerinde bulundurdukları güç ve yapılarla tüm toplumu, tüm insanlığı kontrol etmesine izin verilmemesi gerekir. Bundan sonraki süreçte bunu anlayanların örgütlendiği alan hiç kuşkusuz bu tür teknolojiyi kötü amaçları için kullananlara karşı olacaktır. İnsanlık acılar da çekse, bedeller ödese de bunun çözümünü bulup daha insanca yaşamanın yollarını bulacaktır. Çok yüzeysel bakıp bu tür teknolojilerin (yapay zekâların) insan yaşamını kolaylaştırmak, çabuklaştırmak yerine; onların yaşamlarını kontrol etmek, tutsak almak anlamındaki değerlendirmeler bilimsellikten ve sosyolojik olgulardan uzaktır.

3. İletişimin bu denli yoğun ve hızlı çalıştığı günümüzde bilgilerin ve bilimsel gelişmelerin bir ülkeye, bir gruba daha doğrusu dar bir çalışma alanına sığdırılması doğru bir yaklaşım olamaz. Bu iletişimsel olanaklar hemen hemen her gün bilim insanlarının çalışmalarını görülebilir kılıyorlar. Bu gelişmeleri tüm insanların bilgisine sunuyorlar. Birinin ya da birilerinin tekeline alıp bunca bilimsel veriyi tek elde toplaması çok zor. Ortaklaşa ve dayanışarak önümüze çıkan sorunları çözmemiz daha akıllıca bir yoldur. Bilim insanları bu gerçeği hiç kuşkusuz görüyorlardır. Onun için eski değerlerin kalıpsal bir kavram olmasından öte bilimselliğin bütüncül bir dünya değerleri toplamı oluşturma noktasında gelişimler var. Bu gelişimler, insanlığın edindiği bilgi ve iletişim doğrultusunda bölümlere ayrılmış, sınırlar çekilmiş alanları hızla aşıyor. Bilginin ve bilimin sınır tanımadığı bu alanda yapılanların, üretilen bilimsel verilerin; insanı kuşatıp dar alanlara sıkıştırma yerine daha özgür düşünmesini ve yaşamasını öngördüğü bir gerçek. Eski alışkanlıklar doğrultusunda çalışma alanlarını ve zamanlarını daraltarak insanın kendisine beğeni, sanat, düşünce alanlarında gönenebileceği geniş oylumlar yaratmasına olanaklar tanımakla başlanabilir. Onların iş ve çalışma alanlarında boşalttıkları alanları hiç sakıncası yok 5G’ler, Yapay Zekâlar doldurabilir.

Bugüne dek ne büyük yıkımlar, ne büyük acılar yaşamış, deneyimli, bu alanlarda edindiği olumluya dönük bilgilerle donanımlı insanlık yaşadığımız Kovit-19’u da çok rahat aşacaktır. Genetik sürekliliğinin altında yatan çözüm üretme yeteneği bu alanda da devreye girecektir. Yitirdiklerimiz, acılarımız olacaktır. Hangi savaşımdan yara almadan çıkmıştır insanlık. Hem yaralarını onarmış, hem de onarma sürecinde edindiği deneyimleri biriktirmesini bilmiştir. Bu soruların altında yatan o tepkisel karşı duruşun izleri, yeni, doğru çözümleri arayışının da kendisidir.

4. Postmodernizmin ortaya çıktığı, yaygınlaştığı dönemi toplumsal ve sosyolojik açıdan iyi değerlendirmek gerekir. Her felsefi görüşün oluşma süreçlerinin içinde yaşanan gerçeklerin payı oldukça büyüktür. Sorunların eski alışkanlıklardan oluşan yaklaşımlarla çözülmeyeceği ortada dururken, insanların, bireylerin, toplumların kendi gerçekliklerinden koparılması anamalcı yapı için oldukça önemlidir. Bu dağınıklık ve örgütsüzlük içinde kentlere hem üretim, hem de üretimde ara malzeme konumuna getirilen insanın bilinçsizliği istenmektedir. Kendi yaşadığı gerçeklikten uzak, o içinden geldiği kültürleri yeni bilimsel oluşumlarla donatarak daha güzel bir yaşama dönüştürmesini kolaylaştırmak yerine; bireyleri eski kültürlerinin kalıpları içinde tutarak postmodernizm kontrol etmeye yardımcı olmuştur. Dağınıklığın içinden çıkabilmenin yollarını öğretmek, bilimsel çözümler oluşturmak yerine, parçalanmış kimlikler üzerinden bireyi daha derine gömmenin çabalarını taşıyan yaklaşımları yeğlemiştir.

Renkli sözcüklerin yığıntıları altında kalan bireyler giderek birey olmaktan da uzaklaşarak tam anlamıyla tüketen sürülere dönüştürülmenin eşiğine getirilmişlerdir. Kazançlarının yeme, içme ve yetiyorsa barınma gereksinimlerinin karşılandığı bu ücret ve yaşam girdabında boğulup gitmelerinin fotoğraflarını çekmiştir. Yok olan yaşamlar yerine, tüm bu toplumsal zorluklarla, olumsuzluklarla karşı karşıya kalan bireyin silinen kimliğinin üstüne basa basa yürümüştür. Giderek her kullanıma açık, her kullanım da anamalcıların yararlanabileceği sürüler oluşmasına ortam hazırlamıştır.

Neredeyse tüm insanlığın karşı karşıya olduğu bu gerçekliği, bu parçalanmışlığı görmek öncelikle sanatçının sezgisel zekâsıyla da ilgilidir. Olumsuzluğun kendisine, yaşanan gerçeklere karşı örgütlediği düşünsel yapısıyla bilimsellik içinde sanatını oluşturmalıdır. İçinde yaşadığı toplumun ve bireylerin gerçekliklerinden yola çıkarak kendi alanındaki donanımlı estetik değerlerle, hiç kuşkusuz sanat öngörüleriyle yaşama ilişkin yanıtlar üretebilmelidir. Kendi toplumuna ve insana yabancılaşmadan onun gerçekliklerini yok saymadan bilinenden yola çıkarak yaratmalıdır, üretmelidir.

İnsanlığın yok oluş sürecine girdiğine çok inanmıyorum. Her olumsuz koşuldan çıkmasını bilen, bunu edindiği birikimlerle anlayacak olan insan çözümler üretmenin en kıvrak zekâsına sahiptir. Sanatçı bu konuda hep önde olmuş, öncü olmuştur. Yanmanın, yakılmanın, acı çekmenin eşiğinde durduğunu bilse bile… İnsanın kendisi başlı başına bir umuttur. Sanatçı bu umudun her zaman parlayan bir ışığı olmuştur.

NURAY GÖK AKSAMAZ / Dijital çağın özgür emeği

Kapitalist sistemin yeni stratejilerini ve geniş ölçekli tasarımlarını bilimsel-teknolojik gelişmelere dayandırdığı bilinmektedir. Ekonomik krizleri aşmak için yeni üretim ve organizasyon biçimleriyle yeni ürün tasarımlarının yanı sıra finans sektöründeki yeni düzenlemeler sürekli gündemdedir. Teknolojinin ekolojik dengeyi gözetmeden kullanılışı ve uluslararası sermaye hareketliliğiyle varılan yeni aşamada sorunlar da belirlidir. Kapitalizmi besleyen ve kapitalizmle beslenen tüketim olgusu, fosil yakıt kullanımı, ormanların yıkımı, uluslararası ticaret ve ulaşım etkinliklerindeki artış ve nüfus artışı dünyadaki doğal yaşamı tehdit eden olumsuz durumlara yol açtı. Atmosfere salınan sera gazlarının kontrolsüzce artması (karbon emisyonu) küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine neden olmakta… Bilim insanları, küresel ısınmanın dünya üzerinde felakete varan etkiler yaratmaya başladığı konusunda sürekli uyarı yapıyor. Sanayide çevre yönetim sistemleri uygulamaları 1990’lı yıllardan sonra gündeme geldi. Gelecek kuşaklara daha iyi bir gezegen bırakmak amacıyla 2016’da yürürlüğe giren “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının da yoksulluk, iklim değişikliği ve çatışmalar gibi ağır zorlukları çözümleme için plan ve gündem sağladığı UNDP tarafından ileri sürüldü. Kimi süreçlerde geri dönüş çok zor olabilse de dünya yüzey sıcaklığındaki artış ilgili olarak tehlikeyi azaltan önlemlerin alınması zorunlu görünecek ve yeni düzenlemelere gidilecek anlaşılan. Ve sanırım önümüzdeki yıllarda iklim değişikliği önemli ölçüde gündemi oluşturacak. Bu bağlamda da yalnız salgın sürecinde değil sonrasında da yeni düzenlemelerin yaşantımızı önemli ölçüde etkileyeceği ve değiştireceği düşünülmekte.

Bilgisayar ile sistem analizinin yapılabilmesi, “enformasyon”un insandan bağımsızlaşması ve entelektüel teknoloji” gündeme getirilmişti, bilindiği gibi. Enformasyonun bilgi olmadığı ve bilgisayarın da kendi başına bilgi üretmediği dikkate alınırsa “entelektüel teknoloji”nin insandan bağımsızlaşması söz konusu olamaz. Çünkü bilgi, üretken insan etkinliği dışında ayrı bir kategori olmayıp yüksek düzeyde işleme ve anlamlandırma gerektirir. Ve üretim, az sayıda da olsa canlı emek gücü olmadan süremez. Gelecekte insanın yerini tamamen alabilecek bir tasarım ya da aygıt söz konusu olmadığı sürece insanın tükenmesi söz konusu değildir. Buna karşılık becerilerin bütününün makinelere kazandırılmasının olası duruma geldiği artık söyleniyor. Yeni teknolojilerle insanları yönlendirebilme, biçimlendirebilme ve kontrol edebilme olanağının arttığı bir gerçek.  “Nesnelerin interneti teknolojisi”yle uyumlu 5G’nin doğa ve insan üzerindeki etkilerinin göz ardı edilişi de endişe yaratıyor. Ayrıca, daha hızlı ve daha yüksek yayılım kapasitesiyle veri alış-veriş hızında ve iletişim araçlarında devrim yaratacağı söylenen 5G’nin gerektirdiği baz istasyonlarının sağlığımız ve ekolojik denge üzerinde etkilerinin nasıl olacağı kuşkulu (Cep telefonlarıyla zaten elektromanyetik radyasyona maruz kalan insan vücudunun 5G ile daha önce hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı türden bir radyasyona maruz kalacağı ileri sürülüyor)… Ayrıca 5G’nin 4G’ye kıyasla daha yüksek güvenlik riskleri içerdiği de belirtiliyor. Nesnelerin interneti teknolojisiyle büyük veri arasındaki ilişkinin ve yapay zekâ tarafından verilerin analizinin pek çok alanda işe yarayacağı savunuluyor. Nesnelerin interneti teknolojisiyle 5G arasındaki uyumun yeni teknolojiler geliştirilmesi için önemi açıklanıyor. Birbiriyle bağlantıda olabilecek sistemler; akıllı kentin sensör sistemleri, endüstriyel otomasyon, tıbbi cihazlar, kişisel dronlar, robotlar… Ancak, bu sistemlerin dışında da büyük verinin akla hayale gelmeyecek kullanım alanları olabilir. Bu sistemlerin kimi durumlarda risk oluşturacağı ve toplumların yeni hukuksal düzenlemelerle yeniden yapılandırılması için de gerekçe oluşturması akla gelir. Robotik süreç otomasyonu ve YZ teknolojileri emeğin özgürleşmesine sonunda yol açacak olsa da yeni süreçlerde insanın potansiyelini ne ölçüde değerlendirebileceği bilinmiyor. İnsanların yeni bir iletişim modeline sürekli kontrol altında ve sisteme veri sağlayan nesneler olarak dahil olmasının da kimi bedelleri olabilecektir. Anımsamak gerekir ki teknoloji alanındaki gelişmelerle insan neslinin iyiye gitmesine yönelik bütün çabalar arasında nedensel bir ilişki yoktur. Teknolojik gelişme kapitalist piyasa koşulları içinde bir zorunluluktur, çünkü üretimde artış sağlamaktadır. Daha az ve ucuz emek gücü kullanarak üretimde verimliliği ve kârı artırmak sermayenin hedefidir. Kapitalizmde rekabet teknolojik yeniliklerle ve daha üretken ve hızlı teknolojilerle sağlanmaktadır. Her teknolojik gelişme kendisi için daha uygun bir düzenlemeyi uyarırken yeni bir düzenleme tasarımı da teknolojik gelişmey koşullandırmaktadır. Gelecekte somut etkileriyle daha da yakından yüzleşeceğimiz “teknolojik determinizm” kavramı başımızın tacı olacak gibi görünüyor! Sosyal ağlar üzerinden kurulan iletişimle teknoloji bağımlılığının yabancılaşma yarattığını ve hızlı kültürel değişimlere yol açtığını son yirmi yılda somut biçimde gözlemleyip deneyimledik. YZ ile insanların daha kapsamlı biçimde teknolojinin kontrolü altına alınabileceği düşünülmektedir. Bir yandan “nedensellik yasası” bilimde dışlanırken öte yandan hız gerekçesiyle dolaşıma sokulan kâr peşindeki teknolojik devrimlerin sonu gelmeyecek gibi görünüyor. Eninde sonunda robotik süreç otomasyonu ile yazılım robotları ve YZ teknolojileri emeğin özgürleşmesine yol açacaktır, ama insan gerçek yaşamında özgür olabilecek midir, yaratıcılığını ya da yeteneklerini kullanabileceği bir alan bulabilecek midir? Özgürce düşünebilme yetisini nasıl ve ne yönde sürdürebilecektir? İnsanların dijital ortam ve yapay zekâ ile etkileşiminin giderek artmasıyla kapitalist düzenin istediği gibi kolaylıkla yönlendirilebilen ve denetlenebilen bir tüketici olmalarının da ötesinde, önce edilgin bir vericiye ve sonra da tamamen denetim altında bir hiçe dönüştürülme olasılığı ürkütücü. Öte yandan küreselleşme sürecinde toplumsal dinamik, sınıflar üzerinden değil, gündeme getirilen belirli temalar üzerinden çıkar gruplaşmalarıyla işlemektedir. İşçi sınıfının sınıfsal savaşımının yerini ekolojik, feminist, anti nükleer, ırksal, dinsel yeni toplumsal hareketler alırken, bu tür hareketler geçici sürelerle gündemde kalabilmektedir. Gerçekliğin kaybolduğu bir kurguda insanları buluşturan dijital ortam ise kültürel ve sınıfsal bağları devre dışı bırakmaktadır.

Covid-19 salgını gibi salgınların gelecekte de dünya için önemli bir ekonomik tehdit olacağı dikkate alındığında küreselleşme politikalarında önemli değişikliklerin yanı sıra yeni güç dengelerinin ortaya çıkması da beklenebilir. Eğitim, sağlık, güvenlik gibi sektörlerin ve tedarik zincirinin yeniden yapılandırılacağı, meslek alanlarında ve iş organizasyonlarında önemli değişiklikler olacağı anlaşılıyor. Salgın sürecinde ve sonrasında sosyal ilişkilerdeki sınırlanmalar tüketim olgusunda da gerileme yaratabilir. İşsiz kalan, güvencesiz ve düzensiz ya da esnek çalışan, yoksullaşan ve dışlanan toplumsal gruplar ise yeni toplumsal hareketlerin odağında olabilir. Burada şu soru akla geliyor: “Ucuz işgücü açısından küresel üretim merkezi ya da şubeleri yeni düzenlemelerle hangi ülke ya da ülkeler olacak?” Peki, bilim insanlarının ve düşünürlerin politika yapıcılarla birlikte kolektif bir irade koyarak teknolojik donanımlı karanlık çağı yeni bir aydınlanma çağına dönüştürmeleri ütopik bir düşünce midir? Gelecekte bilim ve teknolojinin insanlığın yararı için kullanılabileceğine, adil ve eşitlikçi bir düzende yaşama şansının yaratılabileceğine inanmayı sürdürmek isterim. Küreselleşmenin aynı politikalarla sürdürülerek her şeyin sonunu getirdiği / getireceği düşüncesi diyalektik materyalist düşünceye aykırıdır. Toplumların özgün ve değişen koşulları ışığında günümüzün ekolojik, siyasal, toplumsal, ekonomik sorunları ile bölgesel çatışmalar, iç savaş, terörizm, göç hareketleri, otoriterleşme ya da ırkçılık-mezhepçilik gibi eğilimlerini, kapitalist üretim biçiminin içsel çelişkilerini, yapısal kriz ve reformist düzenlemeler sürecini yine diyalektik materyalizm incelemektedir. Öte yandan gerçekliğin henüz açığa çıkmamış gizilgücünü harekete geçirecek ve yeni dengeler yaratacak önemli değişkenlerin varlığı da göz ardı edilmemelidir.

İçine düştüğümüz “simülasyon”un ardındaki tasarımların insanlık için nasıl bir gelecek yaratacağı geniş ölçekte anlaşılmış değildir. Bununla birlikte yakın geleceğe yönelik kaygılar yaşadığımız süreçte artmaktadır. Öyleyse soralım kendimize: “Bizim gelecek tasarımlarımızda sanat ne yana düşer, felsefe ne yana?” 60’lı yıllarda özellikle New York’ta modern sanat ve estetik anlayışına karşı bir tepki olarak “postmodern sanat söylemi”, 70’li yılların başından itibaren de bilim ve felsefe anlayışından toplum ve siyaset kuramına kadar kendini etkili bir çerçevede gösteren postkuramlar yaygınlaşmaya başlamıştır. Soğuk Savaş sürecinde bireyin özgürlüğünü kısıtladığı öne sürülen her türlü ideoloji, kuram, kültürel değer reddedilirken bunun postmodern sanattaki yansımaları ise modern sanatın misyon düşüncesine, geçmişi yıkma yönelimine karşı olma, seçkincilikten uzaklaşma, evrensellik iddialarının dışlanması, tarihsellik boyutunun yadsınması, ileti vermeden ya da eleştirmeden yaşamdaki olguların sanatsal bir nesne olarak yansıtılması ve kurmaca gerçekliğe yöneliş olmuştur. Postmodern sanat anlayışı, küreselleşme sürecinden etkilenmiş görünmektedir ve tabanının son derece çelişkili olduğu görülmektedir. Teknolojik gelişmelerin belirleyiciliğiyle ve “dijitalleşme”yle insanların aynı kültür kaynaklarından beslenmesi ya da popüler kitle kültürünün etkisi altında kalması “kültürel bir küreselleşme”ye de işaret eder. Türdeş bir kültür oluşturma yolunda hızlı bir biçimde dönüştürülen kültürle birlikte seçkinci sanat anlayışının çöküşü ve kültür endüstrisinin üretiminin yükselişi de aslında kuantum fiziğindeki gelişmelerle “mikroelektronik devrim”in bir sonucudur… Aklı yadsımak, nesnel bir gerçekliği kabul etmemek, bireyi özne olmaktan çıkararak edilgen bir konuma sokmak, diyalektik dışı kalmak bakımından postmodernist akım bilimden uzak düşmüştür. Bireylerin öznel algılarını temel alan ve üstyapının epistemolojisine yoğunlaşan eleştirel kuramcılar gerçekliğin bilgisine ulaşmada maddi temelleri dışlamıştır. Postkuramlar ise bilimin toplumsal-politik sorumluluğunu gündem dışı bırakarak ve siyasetten uzakta durmaya aşırı özen göstererek salt kurama ve kültüre odaklanmışlardır. Bununla birlikte nesnel bir gerçekliğin varlığı iddiasından, tarihsel / toplumsal analizlerden ve diyalektik çözümlemelerden tam anlamıyla uzaklaşmamışlardır. Bu bağlamda felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluk duygusunu yaygın olarak yitirebileceğini düşünmüyorum, düşünmek de istemiyorum.

Bizler gerekirse yüreğimizin varsıllığıyla “üstü kalsın” da diyebiliriz, pekâlâ Cemal Süreya gibi.  Ama öncelikle “gelecek güzel günler yakın” demek isteriz insanlık için, Nâzım Hikmet gibi! “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde…” der ya, bir şiirinde Nâzım Hikmet. Bizler sanatçılar, yazarlar ya da hayatlarını emek harcayarak sürdürebilmiş insanlar olarak büyük insanlığa dahil olduğumuzu unutmadan sürdürülebilir bir dünyadaki geleceğimizi çok boyutlu tasarlayabilmeliyiz. Dijital çağın özgür emeği; yaratıcılığını ve nesnel gerçeklikle bağını koruyarak üretimi sürdürmeli, dünyadaki geleceğine sahip çıkmalıdır! Güzel düşlerin yakasını hiç bırakmadan, kalp atışlarımız insanın emeğiyle özgürleştiği savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz ve adil bir dünya için hızlansın diyerek…

20.11.2020

ABDÜLKADİR PAKSOY

Yönelttiğiniz dört sorunun ortak paydası, bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlığın ve sanatın gelişimine, geleceğine etkileri ve bu etkilere karşı ne yapılması gerektiğidir. Evet, yadsınamaz bir gerçek; bilim ve teknolojideki gelişim öyle bir düzeye geldi ki insanlığın önümüzdeki yirmi yılda değişiminin geçtiğimiz üç yüz yıldan daha fazla olacağı savlanıyor (Gerd Leonard).

Evet, insanın insani egemenliğinin yerinin gittikçe daha hoyratça teknolojinin bilinen / bilinmeyen güçlerinin alması demek olan otomasyon toplumuna geçiş ivme kazanıyor.

Evet, “Büyük teknolojiler hızlı hedonistik (kösnül) zevk enjeksiyonlarını taklit ediyor.”

Evet, insan gittikçe insani olana, yani kendine yabancılaşıyor. İnsan kendini yadsıyor. İnsana inan gittikçe azalıyor…

Postmodernizm de bu yabancılaşmanın ürünü olarak ortaya çıktı…

Evet ama, bu insancıl olmayan, doğal olmayan gidişe hayır demek gerekmez mi?

İnsanlığın gönencine katkıda bulunması gereken bilim ve teknoloji, insanlığın zararına bir yola evriliyorsa, onu yeniden insanlığın yararına bir yola yöneltmek gerekmez mi?

Teknoloji amaç değil, araç olmalı ve asıl amaç da insanlığın mutluluğu ve esenliği olmalıdır.

Bu amaçla, yapay zekâdan insan genomuna müdahale edilmesine kadar çeşitli zorlayıcı konuların yapısı sorgulanmalı, ki birçok bilim ahlakına sahip bilim insanı bunları sorguluyor (Bkz. Herkese Bilim ve Teknoloji dergisi). Teknolojinin etiği yoktur ama bir bilim ahlakı vardır (Albert Bayet)…

Teknolojinin sunduğu olağanüstü potansiyel ve olanaklar, çok büyük ve yeni sorumluluklar üstlenmemizi gerektiriyor. Yapay olan “Hedonistik zevk enjeksiyonlarının taklidi”ne karşı doğal olan empati, şefkat ve bilinci içeren daha derin mutlulukları nasıl koruyabileceğimizi düşünmeliyiz.

“İnsanlığın gönencine nükleer silahlardan potansiyel olarak daha büyük tehlike oluşturan” dijital teknolojinin ahlaki boyutu sorgulanmalıdır.

“İnsanlar ve makineler arasında eli kulağındaki çatışmalara hâkim olmak istiyorsak” bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlıktaki değişime etkisi sorgulanmalıdır.

Ayrıca, bilim ve teknolojinin gelişimini kapitalizmle özdeşleştirmek ne derece doğru? Bence, bugünün dünyasında egemen olan kapitalizm, bilim ve teknolojideki gelişmeleri kendi amaçları doğrultusunda, insani olmayan bir biçimde kullanıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sosyalist sistemin büyük ölçüde zayıflaması ile daha da hoyratlaşan kapitalizmin “doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yola sürüklediği” savının güçlü dayanakları var ama doğru bulmuyorum. Bu savı doğru bulmak, hiçliğe teslim olmak anlamına gelir. Her şey karşıtı ile birlikte vardır. İnsanlığın daha adil, daha eşitlikçi, daha insani bir dünya arayışı sürecektir. İnsana inan bunu gerektirir…

Konumuzun sanatsal boyutuna gelince, Gombrich’in Sanatın Öyküsü’nde söylediğini yineleyeceğim:

“Sanatın tüm tarihi, gittikçe gelişen teknik yetkinleşmelerin tarihi değil, değişen kafa yapılarının ve gerekliliklerinin tarihidir.”

Bugün topluma ve sanata egemen olmuş gibi görünen kafa yapısı da değişir. Ne insan tükenir, ne de insanlık…

Ben insana inanıyorum, “İnsana İnan” şiirimde dediğim gibi:

“(…) Dün vardı bugün de var

Onca ihanetine karşın insanın

Kendini insana adayan

Elbet yarın da olacak

Çünkü duyacaklar içlerindeki insanın sesini:

İnsana inan insana inan

 

Sen de ey insan sen de

Dinle doğan günün sesini

Patlayan tomurcuğu

Topraktaki sürgünü

Kaç bin yılın ezgisiyle yüklü

sabah yelini

Utkuları yenilgileri

Tümünün de dediği:

İnsana inan insana inan”

(İnsana İnan, Tan Edebiyat Y., 2008)

 

ALP HAMUROĞLU

1. Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği savını haklı buluyorum. Ancak yalnızca doğa tahribatı açısından baktığımızda insan soyunun doğaya verdiği zarar kapitalizmden çok önce başlamıştı. Doğanın tahribatı, bozulması ve kirlenmesi, 19. ve 20. yüzyıllarda en yüksek düzeye çıktı.  Ama antik çağlarda bile geri döndürülemez yıkım ve zarar görme çeşitleri vardı.  Ve unutulmasın, tahribat, başladığından itibaren hep aralıksız, durmaksızın, her an da giderek artan ölçülerde olmak üzere ilerlemiştir.

Bin yıllardır toprak kaybı yaşanmakta, bitki örtüsü değişim geçirmekte, ormanlar sürekli eksilmekte, hayvan ve canlı türleri olumsuz başkalaşma ile fazla çoğalma ve yok olmaya uğramaktadır. Bütün bunlarda insanın payı vardır, hatta insan birçok doğa tahribatının bizzat sorumlusudur.

İskoçya’nın kuzeybatı bölgesindeki ormanların 4 bin yıl önce yok edildiği belirlenmiştir.  Akdeniz bölgesinde gemi yapımında kullanılan belli ağaç türleri binlerce yıl boyunca tüketilerek (İsa “doğduğunda”) kökleri bile kurutulmuştu. Anadolu’nun kuzeyindeki Karadeniz çamının bir türü, gemi ve ev yapımında en uygun ağaç türü olduğundan bitirilmiştir. MS sonra 11. yüzyılda Cermen kavimlerinin doğu yönünde yayılması Avrupa ormanlarının yıkımını başlatmıştır. 1664 yılında zamanın John Evelyn adındaki ünlü bilgini, “aşırı ağaç kesmenin zararlarına değinir ve ormancılığın yeni bir akademik disiplin olmasını önerir”.

Bir Çinli düşünür doğa tahribatı ile ilgili olarak MÖ 4. yüzyılda, geleceğe yönelik uyarılar yapmıştır.  Demek ki, daha o zamanlarda bile doğa tahribatının farkına varılmaktaydı.

Grek filozof Platon, doğa tahribatına ve doğanın bozulmasına “Batı”da Kritas adındaki kitabıyla ilk dikkat çekenler arasındadır. Orada da bir duyarlılık olması, doğanın zarar görmesinin gözlerden kaçamayacak bir ölçüde olduğunu göstermektedir.

Ayrıca İngiltere’de kömür kullanımından ortaya çıkan hava kirliliğinin sağlığa zararlarına daha o zamanlarda dikkat çekilmiştir. 1700’lerin ilk çeyreği dönemlerinde Paris’te kralın bahçecisi olarak çalışan Fransız doğabilimci Kont Buffon’un doğal verimlilikle ilgili belirlemeleri ilginçtir. Çevre sorunları o zamanlarda bile gündeme getirilmekteydi.

İnsan doğayı ne yaratandır, ne biçimlendirendir, ama buna karşın doğaya müdahalelerinde hak sahibidir! İnsan kendini ölçü almıştır, her şeyi kendine göre düşünmeye başlamıştır. Ve insanmerkezlilik ortaya çıkmıştır. Sorumsuzluk ve sorunlara gözlerin kapatılması bunların sonucudur. Ve bu sorumsuzluk, kapitalizmin de kaynağıdır.

Çevrecilik açısından o eski zamanların belki de en önemli düşünürü Tacitus, “… doğal alanların olduğu gibi bırakılması“ fikrini ilk defa ortaya atanlardan biridir.  Ne yazık ki böyle düşünceler, bırakalım ciddiye alınmayı, dinlenmemiş ve duyulmamıştır.

Bu bakımdan insanlığın kapitalizmden kurtulması şarttır, ama insanmerkezcilikten de kurtulmak şartıyla…

2. Kaygılar hem yaygındır (önemli ölçüde kitleselleşmiştir), hem de çok yönlüdür. Bugün artık kaygıların tekeli bilim insanlarının elinde bulunmamaktadır.

3. Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve Çin toplumunun olumsuz gelişmelere dünya çapında etkisi olacağının işaretleri vardır. İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra ABD’nin dünya hakimiyetine soyunması ile bugünkü Çin’in yükselişimin hiçbir benzerliği bulunmamaktadır.  Tersine insanlığa yol gösterecek projelerle öncü olması da mümkündür.

4. Felsefe ve sanatın toplumsal rolü her zaman olacaktır. Sanat ve felsefenin olumsuz rolü tarih boyunca vardı, gözlenmiştir, şimdi de olması aynı şekildedir. İnsanı oyalayan, eğlendiren, yanıltan, hastalandıran, boşlaştıran vb. sanatın ve felsefenin seçeneği her zaman vardı, şimdi de vardır, gelecekte de olacaktır. Postmodernizmle sarmalanmış sanatın ve felsefenin geleceği yoktur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Güncel

En çok okunanlar