SON DAKİKA: Özkan Mert’ten Aksaçlılara Yanıt: Hayır! Özür dileyemezsin! SEYYİT NEZİR

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

ELEŞTİRMENİN İKİNCİ YENİCİSİ OLMAZ

SN – Eleştirmenlerin tutumu konusunda ne düşünüyorsun? Dostluklarınız oldu mu?

ÖM – Memet Fuat, Hüseyin Cöntürk, Vedat Günyol, Asım Bezirci, Mehmet H. Doğan ile pek çok ortak anımız oldu. Ama birisinin hayatımda çok önemli bir etkisi vardır: Hüseyin Cöntürk… İzmir’de Namık Kemal Lisesi’nde okurken, Ankara’da çıkardığı Dönem dergisinde şiirlerimi yayımlardı. Bir gün İzmir’de Eşrefpaşa’daki evimize geldiğimde annem:

–Oğlum bugün bir bey seni ziyarete geldi, dedi.

–Nasıl biriydi?                                                                                                                –Çok zarif insandı, sana bu zarfı vermemi söyledi.

Zarfı açtım, içinden 30 TL ve küçük bir kâğıt parçası çıktı. Kâğıtta: “şiirlerinizin telif hakkı” yazıyordu. Çok duygulandım. Dönemin en büyük şiir eleştimeni ve dergi editörü, şiirlerimi okuduktan sonra: ‘Kim bu Özkan Mert?’ diye, Ankara’dan kalkıp, şiirler yazan bir lise talebesini görmeye gelmişti…

Mehmet H. Doğan’la bazen İzmir’de buluşurduk Missouri Meyhanesi’nde. Pek  çok konuda karşıt görüşlerdeydik. Bir gün, “Ben İkinci Yeni’nin eleştirmeniyim” deyince, çok kızdım: “Şairin İkinci Yenicisi olur ama eleştirmenin İkinci Yenicisi olmaz!’’ diye bağırdım kendisine.

Asım Bezirci de biraz öyleydi. Bizim kuşağın şairlerini İkinci Yeni’ye bulaştırmaya çalışırdı. Kendisini birkaç kez uyardım. O dönemin eleştirmenlerinde bir ‘İkinci Yeni Hastalığı’ vardı. Devrimci / Militan şairlerden korkarlardı. Örneğin halâ 60 şiirinin estetiği konusunda ciddi ve nesnel bir eleştirisinin yapılmamış olması bu tavrın sonucudur.

‘Şiir eleştirmeni’ deyince herkesin aklına ilk gelen isim Memet Fuat’tır elbette. Memet Fuat çok farklıydı Mehmet H. Doğan’dan. O, eleştirinin ‘takım tutmak olmadığını’ biliyordu. Kendisini son ziyaretimde, ‘Şiirin kamuoyu nereye gider’ bilinmez dedi. Bir de insanlara kızıyordu: “Bir hayvan bile doğduktan sonra birkaç saat içinde yürümeye başlar, ya insanoğlu…’’ Memet Fuat gibi işini bilen, usta, bilgili ve evrensel bakışlı eleştirmenler yok artık!

 

CEMAL SÜREYA: HER YANIYLA GERÇEK BİR ŞAİR KARŞISINDAYIZ

SN – İyi ama, ilginçtir, seni iki kez Türk Edebiyatı yıllığına alan, ne ki Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nde (Adam Y., Nisan 1985) sana yer açamayan, dahası sonraki basımlar için kamuoyu kanaatinin oluşmasını bekleyen de aynı Memet Fuat… Oysa daha önce şiirini Papirüs’te derginin kapatılması pahasına ağırlayan ama sizin İkinci Yeni eleştirinizi yabana atmayan Cemal Süreya ise Gösteri’de Stockholm’de Mavi Saatler’i övgüyle karşıladı (1989): “Şiiri; dizeyi, imgeyi, dünya konukluğunu nasıl yakaladı! … Her yanıyla gerçek bir şair karşısındayız.” Öte yandan, Ahmet Necdet, seni Modern Türk Şiiri adlı antolojisine alırken, şu saptamayı da verir: “Önceleri toplumcu bir çizgide, umut ve gelecek dolu, geniş soluklu bir şiirin ardında koşan Özkan Mert, sonraları Baltık’tan Akdeniz’e uzanan bir coğrafyanın, zengin imge ve benzetişlerle yüklü, coşkulu ve çalkantılı şiirinde soluklanır.” Bunlar gözünden kaçmış olmalı… Ne diyorsun?

ÖM – Evet! Haklısın. Memet Fuat’ın, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi (Adam Y., Nisan 1985) ilk basımdaki kapsamıyla 12 kez basılmış ve Temmuz 1999’daki genişletilmiş basıma kadar benim şiirlerim yok. Memet Fuat her ne kadar çok iyi bir şiir eleştirmeni de olsa, iyi şiiri anlamada Cemal Süreya kadar hızlı değil. Ayrıca Memet Fuat’ın da İkinci Yeni Şiiri ile biraz flört ettiğini söylemek hiç de yanlış olmaz! Olur mu? Eleştirmenler şiire belki de daha kuramsal açıdan bakıyorlar. Ama 21 yaşındaki bir şairin ‘Bir elma büyüklüğünde sakallarım’, adlı şiirini 1965 Yıllığı’na alan Memet Fuat’ın aynı şiiri Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’ne almaması çok ilginç. Sen, şiir dünyasının, antolojilerin içinde oldun hep. Ben o yıllarda İsveç’te olduğum için bazı şeyleri kaçırmış olabilirim. Ne demişti Freud: “Ben nereye gittiysem, oraya benden önce gelen bir şair gördüm.’’ Bir eleştirmen gördüm dememiş.

Ahmet Necdet’e gelince… yakından konuştuğum bir dostum ve  şiire emek veren bir şairdi. Coğrafya profesörüydü ama derslerinde şiir okuturdu. Şiirlerimde adı geçen çok ender ve ilginç insanlardan biridir. Broy Yayınevi’nden, birlikte çok güzel bir antoloji çıkardınız. Ahmet Necdet’in, “Önceleri toplumcu bir çizgide, umut ve gelecek dolu, geniş soluklu bir şiirin ardında koşan Özkan Mert, sonraları Baltık’tan Akdeniz’e uzanan bir coğrafyanın, zengin imge ve benzetişlerle yüklü, coşkulu ve çalkantılı şiirinde soluklanır’’ sözleri güzel sözler. “Önceleri toplumcu çizgide” derken, sanki sonradan başka bir çizgiye sapmışım gibi bir anlam da çıkıyor ki böyle bir şey yok. Yazdığım şiirler ortada…

 

SN – Buradan şiirin 1980 sonrası sorunlarına geçerek ilgisi dışında bırakamayacağı kimi konuları konuşalım istersen. Şiir 1980’lerde postmodern dalgaya kapılınca saygınlığını görünür kılmak üzere politik yüklerinden arınmayı seçti. Bugünden bakınca bu sonucu nasıl değerlendiriyorsun? Senin kitabını yayımlamamızdan birkaç ay sonra Broylu şairler, şiirimize yönelik postmodern saldırıyı göğüslemek üzere Yenibütün Manifestosu’nu yayımladılar (Ocak 1988). Tartışmaların tepe noktasında, Cemal Süreya, “Yenibütün, Türk şiirinin haklı bir çıkışıdır. Hepimiz Yenibütüncüyüz…” dedi. Bu olaya nasıl bakıyorsun sen?

 

HEPİMİZ YENİBÜTÜNCÜYÜZ

ÖM – Cemal Süreya gibi, “Yenibütün, Türk şiirinin haklı bir çıkışıdır. Hepimiz Yenibütüncüyüz…” derim. Diyalektik bir bütünlük olmadan hiçbir şey olmaz.

 

SN – Bunun şiirdeki yansıması nasıl gerçekleşiyor peki? Sizin şiirinizde nasıl oldu örneğin?

ÖM – Yenibütüncülük edebiyatın temelidir. Diyalektiğidir. Postmodenizm ise yalnız anti-modernizm olarak kalmaz, modern olan her şeye de karşıdır. Yıkıntı, kurmaca, ekletizm, korku, yılgınlık… postmodernizmin temel özellikleridir. Postmodernizme göre ‘yaşam bir oyundur’.

Ben’se daha ilk kitabıyla: Kuracağız Her Şeyi Yeniden diyerek, Türk Şiirine çıkarma yapan bir şairim. Neruda’ların, Nâzım’ların, Elitis’lerin, Brodsky’lerin vb evrensel şiir yatağına giren bir şairim. Yenibütüncülük yalnızca bir dönemin olgusu değil, tüm dönemlerin edebiyat yöntemi ve edebiyat politikasıdır. Yenibütüncü şairlerin bir manifestoyla ‘yenibütüncülüğü’ güncelleştirmesi edebiyatımıza büyük bir katkıdır.

 

SN – Postmodern dalganın geleneğe sıkça gönderme ve imalarda bulunurken gerçekte şiirimizdeki evrimleşme sürecinin belirleyici halkalarını kopardığı söylenebilir mi?

ÖM – Postmodernizm, biraz önce saydığım özellikleriyle, devrimci ve geleneksel şiirimize karşı bir saldırı hareketidir. Çağdaş Türk Şiirinin halkla, okurla, yaşamla ilişkilerini koparmak için dünyanın belli ekonomik merkezleri tarafından kendi yazar ve şairleriyle bizim temsil ettiğimiz şiire karşı düzenlediği bir saldırı eylemi ve kuramıdır. Türkiye’de de bu şairler ve edebiyatçıların sermaye tarafından örgütlenip desteklenen dergiler, yayınevleri, TV’ler… çevresinde köşe başlarını tuttuklarını, odaklandıklarını görüyoruz. Açıkçası Türk Şiirinde bir 5. kol hareketidir. Ve gelecek kuşaklara bu tip şairleri ‘iyi şair’  olarak lanse etmektedirler. Hatta dergilerini yalnız bu tip şiir yazan gençlere açmışlardır.

 

SN – Yani sence de bunlardan geriye kalsa kalsa miir kalacaktır. Söze böyle giriyorum çünkü Üvercinka’da konuyu “Çürümeye Otopsi” başlığıyla kapaktan vermiştik (S: 42, Nisan 2018).

 

ÜNLÜ / KÖTÜ ŞAİRLER CENNETİ TÜRKİYE

VE ÇÖP ŞİİRLER

ÖM – 18 yıllık AKP dönemi Türkiye’de her şeyin çöküşünün yanında, şiirin de ayaklar altına düştüğünün resmidir. Şiir, Türkiye’de hiçbir dönemde son 18 yılda olduğu kadar çürütülmemiştir. Yoğun baskılarla korkutulan küçük burjuvalar, memurlar, öğretmenler, emekliler kendilerini şiire gömerek, ölü şiirlerle dergileri doldurdular. Dergi bulamazlarsa dergi çıkardılar. Özellikle büyük kentlerde, mahalle futbol takımı kurar gibi, ‘Yaşayan Ölü Şairler’ toplulukları kurdular. Ortak özellikleri, ‘HİÇ ŞİİR OKUMAMALARI’… Kötü Şiir Faşizmi, iyi şiiri yıldırıp yerini aldı. Buna ÇÖP ŞİİRLER ya da KORKU VE YILGINLIK ŞİİRLERİ de diyebiliriz. Öyle ki şiire yeni başlayan gençler, Cumhuriyet dönemi çağdaş Türk şiirini bilmiyorlar. Okumamışlar. Kuşkusuz ki, bunların ardında  postmodernist ideoloji önemli rol oynamıştır.

Türkiye’de postmodernist şiir, organlarıyla oynamayı sevenlerle, ‘ORGANİK ŞİİR’lerle ortaya çıkmıştır.

Burada hemen şu soruyu sormalıyız: Lisede, öğrencilere edebiyat derslerinde ne okutuluyor? Çağdaş Türk Şiiri, Dünya Şiiri var mı programda? Örneğin İsveç’te anaokullarında ve ilkokulda çağdaş dünya çocuk edebiyatı okutuluyor. Bir lise öğrencisi ise liseyi bitirdiği an Klasik dünya edebiyatını okumuştur. Dağarcığında Klasik dünya edebiyatı ile liseden ayrılır.

TÜRKİYE ÜNLÜ KÖTÜ ŞAİRLER CENNETİ diye bir demeç vermiştim 80’li yıllarda. Bu demecim Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanmıştı. Başta postmodernist, organik şairleri hedeflemiştim. Fakat şu çok önemli: Edebiyat ve Şiir’de yeni arayışları, deneyimci şiirleri, estetik geliştirmeleri vb postmodernizm ile karıştırmamak gerek.

 

SN – Bu doğrultudaki gelişmelerden biri de şöyle mi oldu? İslamcı kesim Nâzım’ın karşısına büyük şair olarak Necip Fazıl’ı çıkarırken soldan önemli destekler aldı.

ÖM – Postmodernizmin amacı temel değerleri yıkmak, ortalığı toz dumana boğmak. “Kurt puslu havayı sever.” Bu puslu havada yeni cepheler kazanmaya çalışır. İslamcı kesimin  Nâzım’ın karşısına büyük şair olarak Necip Fazıl’ı çıkarmasını kolaylaştırdığı düşünülebilir.

Ama Necip Fazıl olayı çok özel bir olay. Anımsarsanız, Necip Fazıl için: Nâzım Hikmet olmasaydı, Türkiye’nin en büyük komünisti Necip Fazıl olurdu, demişti Can Yücel. Bu düşünce çok yabancı değil bana. Necip Fazıl, Nâzım’ı bu kadar çok kıskanmasaydı ya da Nâzım olmasaydı en solcu şairimiz mi olurdu? Ya da Hitler, çok istediği resim akademisine girseydi ve biraz iyi resimler yapabilseydi 2. Dünya Savaşı engellenebilir miydi? Öte yanda dünyamız bilmediğimiz bir yöne doğru hızla gidiyor: Uzayda dev kentler, robotlar, gezegenlere göç, açlık, covid-19, zorla çıkarılan savaşlar… Tüm bunlar karşısında şairin tavrı ve şiiri nasıl olacak, nasıl olmalı?

Sorunuzun kısa yanıtı şu: Türkiye’de sağ düşünce kısırdır. Hiçbir büyük sanatçı çıkaracak gücü yoktır. Ben Necip Fazıl’ı hiçbir zaman dinbazların büyük şairi olarak görmedim.

Necip Fazıl, çok özel koşulların sonucu ortaya çıkan iyi bir şairdir. Belki de yalnız şiirlerinden yola çıkarak değerlendirmek en iyi ve en doğru yöntemdir.

 

SN – Bu değerlendirmeleriniz kanımca çok öznel ve kimi postmodern yönsemelere bitişiyor. Nitekim 2 Temmuz 1993 yaşandığında, postmodern cephenin kimi temsilcileri bu öznelliği ayrımsayarak, “ideolojik kıstaslarımıza geri dönmeliyiz” dediyse bile, sonraki süreçte de Hilmi Yavuz’la aynı zeminde görünmeyi seçti. Nitekim 2 Temmuz’un 10. yılında (2003), –Eski Dergisini saymazsak– Madımak Katliamı ne siyasi ne edebî ortamda anıldı. Bu, salt Türkiye’ye özgü bir durum mu? Yoksa postmodernizmin dünyayı Yeni Ortaçağ’a zorlayışının bir yansıması mı?

ÖM – Biraz önce postmodernist ideolojiyi konuştuk. “İdeolojik kıstaslarımıza geri dönmeliyiz” diyen postmodernistlerin ‘Madımak Katliamı’na karşı kesin tavır takınmaları beklenemez. Bu Batı ülkelerinde de aynı. Ama Batı ülkelerinde insanlar ‘Birey olmayı’ başarmışlardır. Birey olmak demek özgür düşünmek, özgürce seçimler yapmak demektir. Sürüden ayrılmak demektir. Bireyler, özgür seçimleriyle postmodernizmi zararsız hale getirebilirler. Ama Türkiye için bunu söyleyemem.

Bir de Hilmi Yavuz gibi, gerçekliği olmayan bir ‘ideolojik ayarlama’ oyunuyla postmodernizmi doğrulama çabasında olanlar var. İsmet Özel gibi ‘vitrinlere oynayanlar var’. Demir Özlü de yıllar önce bir konuşmamızda Ortadoğu’ yu kastederek ‘Müslümanları da çok ezdiler’, demişti. Orhan Pamuk gibi, ülkesinde hapishanelerde çürütülen yazar, şair, gazetecilere sesini çıkarmayıp kaç Ermeni öldürdüğümüzü sorgulayıp Batı’nın pasıyla ülkesine gol atanlar var. Ermeni sorunu apayrı bir konudur, oturup tartışırız.

Bir yazar, bir şair her türlü düşüncede olabilir. Ama bunun bir gerçekliği, kendi içinde hakikati olmak gerekir.

Tabii burada şairin yaşamı ile şiiri arasındaki doğruluk sorununu tartışmalıyız. Örneğin bir şair, sermayenin ve iktidarın uşaklığını yapan bir gazetede çalışıp devrimci / toplumcu şiiler yazabilir mi? Ya da yıllarca emperyalizmin uzantısı şirketlerin ve mallarının reklamını yapan bir reklam şirketinde çalışıp sol şiirler yazabilir mi? Ne kadar inandırıcı olur?

Bir gün, liseden sınıf arkadaşım şair Refik Durbaş’a sormuştum: ‘Sabah gazetesinde nasıl yazabiliyorsun?’

–Ne yapalım? Aç mı kalalım? demişti bana.

Daha pek çok örnek sayabilirim.

İşte! Belki de Türk aydınının aydın olamayış nedeni Durbaş’ın bu sorusunda yatıyor.

Bir de iktidarların sessiz onayıyla ya da onların kucağında devrimcilik oynayanlar var. Türk aydınının en büyük sorunu ‘Birey olamayışı!’

Sonuç: Bir kıyıda DİNBAZ var, karşısında DEVRİMBAZ…

 

“AYDIN HATA YAPMAZ”

SN – Türk aydınının birey olamadığını söyledin. Peki! Aksaçlılar bildirisi konusunda ne diyorsun?

ÖM – Bildiriler önemlidir. Ama belki daha da önemlisi bildiriye imza atanlardır. Bildirinin altındaki imzalar ile bildiri arasında çelişki olmaması lazım. Sanatçılar Girişimi önemliydi. Ben de imzamı attım. Ama önce metnin altında hangi sanatçılar var ona baktım. Aksakallılar bildirisindeki imzalara baktığım zaman çok şaşırdım. İmzacıları arasında kimler yok, kimler yok: AKP bakanı olanlar, Cumhuriyet’e küfredenler, siyasal islamcılarla kolkola gezenler, Murat Belge, Baskın Oran, Fehmi Koru, Cengiz Çandar gibi dünün AKP yandaşları… N’oldu? Yakışıyor mu aydına, ‘KANDIRILDIK, ANLAYAMADIK’ demek? Cengiz Çandar, geçenlerde Facebook’ta AKP’ye hizmetleri konusunda şunları yazdı: BU KADAR YALANCI VE ZALİM OLABİLECEKLERİNİ DÜŞÜNEMEDİM.

Ben de şu yanıtı verdim –SOKAĞA ÇIKIP GÖRDÜĞÜN İLK İNSANA SORSAYDIN, SÖYLERDİ SANA. Bunun adı KARAMİZAH.

Enver Aysever’in Cumhuriyet’te (23 temmuz) bu konuda çok güzel bir yazısı yayımlandı. “Şimdi ‘kandırıldık’ diyerek sorumluluktan kurtulmak mümkün mü? Olmaz öyle şey! Aydın hata yapmaz bu tür ciddi konularda. Yaparsa da ciddi özeleştiri vermelidir.” diye yazıyor. Burada çok ama çok önemli bir cümle var: AYDIN HATA YAPMAZ.

Evet! AYDIN HATA YAPMAZ. HATA YAPARSA AYDIN OLMAZ.

Bırakın aydın olmayı, halkın içinden milyonlarca insan, AKP’nin gerçek yüzünü, daha ilk iktidar yıllarında anladı. Ama AYDIN!? Anlamadı. Çünkü çıkarları vardı, gözleri o çıkarlarla perdelendi.

Söylenecek tek bir cümle kaldı bu konuda:

SEN SEN OL! AMA  ASLA AYDIN OLMA TÜRKİYE’DE.

 

SON DAKİKA: HAYIR ÖZÜR DİLEYEMEZSİN!

 

SN – Sen böyle diyorsun ya, onlar özür dileyip yine aydın sırasında en öne atılmaya hazırlanıyor. Şair Haydar Ergülen BirGün’deki yazısında şunları yazıyor: Ben kendi adıma özür diliyorum; 2. Cumhuriyetçi, ‘yetmez ama evet’çi, liberal, özgürlükçü soldan pek çok insanın da özür dilemek istediğine inanıyorum: “Akil insanlar, açılım toplantılarına katılanlar, bildirilere imza atanlar, ülkeyi AB’ye taşıyarak demokratikleştirecekler düşüncesiyle bu iktidarı destekleyenlerin, yazı yazanların, yani bu sürece bilerek ya da bilmeyerek katkı sağlayan herkesin özür dilemesi gerekiyor.” (bkz.: HAYDAR ERGÜLEN, “özgürlükçü sol” adına özür dilemeyi önermiş: https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=1244064375941995&id=100010153327587)

ÖM – Olmaz! Sen git yıllarca AKP yandaşlığı yap, sonra AAA! Yanılmışız… diye işin içinde çık! Hayır! Olmaz öyle şey arkadaş! Nerede kaldı senin aydınlığın, sanatçılığın, şairliğin? Hele bir şair, az önce Freud’tan aktardığımız gibi, her şeyi herkesten biraz önce gören insandır. Bugün savunmayı düşündüğünüz Cumhuriyet’e küfredenleri de mi görmediniz?

 

DEMOKRASİNİN VE ÖZGÜRLÜKLERİN AZI ÇOĞU OLMAZ

YA VARDIR YA YOKTUR

Peki! Sizlerin yüzünden hapislere atılanlara, işsiz kalanlara, ölenlere ne diyeceksiniz? O kadar kolay mı ÖZÜR HAFTALARI ve AYİNLERİ ile işin içinden çıkmak? Hayır arkadaş! AYDIN YANILMAZ, YANILIRSA AYDIN OLMAZ. YANILIRSA DA, ülkemizin kaderini belirleyecek bu kadar büyük ve önemli bir konuda YANILMAZ.Özür dileme konusunda da içten ve ciddi değilsiniz. ÖZÜR DİLEME AYİNLERİYLE aklanamazsınız. Tarih hepizin ne olduğunuzu ve nerede olduğunuzu sayfalarına yazmıştır ve gelecek kuşaklara iletmiştir.

Haydar Ergülen’e  de, Cengiz Çandar’a verdiğim yanıtı tekrarlıyorum:                          –Sokağa çıkıp önünüze ilk gelen insana sorsaydınız, yanılmazdınız.

 

SN – Dünya 50 yıldır, sizin kuşağın belirişiyle eşzamanlı ortaya çıkan 68 Devrimi sonrasında sürekli isyan dalgalarıyla ilerliyor. Kuracağız Her Şeyi Yeniden kitabında yer alan şiirlerin günümüzde yine sancılı süreçten geçen insanlığa ne söylüyor? Dalgaların sonuncusu Sarı Yelekliler isyanı, Z Kuşağı’ndan beklenen toplumsal tepkiler sende o günlerin coşkusunu kıpırdatıyor mu?

 

ŞİİR VE DEVRİMCİLİK  BENİM YAŞAM TARZIM, NEFES ALIŞIM

ÖM – Daha önce de söylemiştim. Kuracağız Her Şeyi Yeniden adlı ilk şiir kitabımda yer alan şiirler, yazıldığı 68-69 yıllarından daha çok okunuyor bugün. Gezi’de ve özgürlük istenen her yerde… Çünkü günümüzde bu şiirler yazıldığı dönemden daha güncel… Aslında 60’lı yıllardan bu yana hiçbir şey değişmedi. Bağımsızlık, özgürlük, demokrasi her gün her an uğrunda mücadele edilmesi gereken şeyler. Dünyanın neresinde olursa olsun her  direniş beni heyecanlandırıyor ve bir şair olarak besliyor. Şiirlerim yıllardır Mandela’ların, Sarı Yelekliler’in, Gezi’nin, Z Kuşağı’nın direnişleriyle çalkalanır. Bir birey olarak, bir şair olarak benim  için direniş ve devrim bir yaşama tarzıdır, nefes alışımdır.

Devrimcilik gelişen / değişen / globelleşen dünyayla birlikte diyalektik enerjiyi yakalamak, dünyayı sürekli yeniden yorumlamaktır. Sarı Yelekliler, Gezi hareketi gibi bilinçli halk kitlelerinin direnişleri demokrasinin ve özgürlüğümüzün güvencesidir.

 

SN – Sanat Olayı dergisinin 40. yılına giriyoruz. Dergiyi Karacan Y. yapısında kuran ve birkaç yıl yöneten Ülkü Tamer, 2012 ve sonrasındaki görüşmelerimizde Sanat Olayı’nı sanal ortamda yayımlamayı düşündüğümüzü söylememizden hoşnut olmuştu. Ne ki araya Cemal Süreya KültürSanat Derneği ve Üvercinka dergisi girince, her ne kadar Ali Rıza Özkan’ın kişisel deneme ve çabaları olduysa da, yıllardır erteleyip durduk. Şimdi küresel salgın sonrasında yazılı basının sanal ortamca desteklenmesi yakıcı bir ihtiyaca dönüşünce yeniden işe koyulduk. Sen Ülkü Tamer’le ölümünden önceki süreçte Bodrum Turgutreis’te görüşüyordun. O görüşmelerinizden söz eder misin biraz?

 

İÇİME ÇEKTİĞİM HAVA DEĞİL GÖKYÜZÜDÜR

ÖM – Sanat Olayı çok sevdiğim ve çok iyi bir dergiydi. Şiirlerim yayınlandı mı hatırlamıyorum.

Ülkü Tamer’i kişisel olarak çok geç tanıdım. 2012-2018 yılları arasında Bodrum / Gümüşlük’te mandalina bahçeleri içinde taştan bir köy evi kiraladım. İsveç’te yıllarca süren sürgünlük yaşamından sonra Gümüşlük’te böyle bir evde yaşamak hayalimdi. Bunu gerçekleştirdim. 2015 yılında evlendim. Eşimle birlikte amatör çiftçiliğe başladık: Sebze, meyve yetiştirdik, çiçek ektik vb… Yaşamımdaki en güzel yılları yaşadık.

Yanılmıyorsam, 2017 yılıydı… Türkolog eşim Havva’yla Turgutreis’te ana caddede dolaşırken, birden kolumu sıktı: Bak! Ülkü Tamer gidiyor, dedi.

–Nereden biliyorsun Ülkü Tamer olduğunu?

–Kulaklarından!… dedi.

–Gel gidelim, konuşalım. Gittik yanına, “Merhaba Ülkü Tamer, ben Özkan Mert” dedim.

–Aaa! Siz burada mısınız? İsveç’te değil miydiniz?

–Eşim sizi kulaklarınızdan, tanıdı.                                                                                    –Aaa! Büyük mü o kadar? dedi tatlı tatlı gülerek.                                                              Ülkü Tamer çok zayıflamıştı. Ayaküstü bir saat konuştuk:  Dereden tepeden ve hiç bilmediğim bir alan olan at yarışlarından. Kendisini evimize davet ettim. Ama Ülkü Tamer’i iyi görmedim. Yorgun bir hali vardı. Sanki dünyaya boşvermişti. Havva fotoğraflarımızı çekti. Sonra ayrıldık.

Bir gece Nuray Salman telefon etti. “12’den Söyleşiler” adı altında, Haydar Eroğlu ile birlikte şair ve yazarlarla söyleşiler yapıyorlardı. “Hocam” dedi, “sonunda sizi bulduk Gümüşlük’te ve sorularımızı yanıtladığınız için çok teşekkür ederiz. Ülkü Tamer hocamıza da ulaştık. Sorularımızı kendisine gönderdik. Göndereceğim diyor, göndermiyor yanıtlarını. Acaba siz bir konuşsanız, sizi dinler…”

–Peki! Olur, ama ben de arada bir görüyorum Ülkü Tamer’i, Turgutreis’te pazarın yanında at yarışları oynuyor.

Daha sonraki günler, Ülkü Tamer’i gene aynı yerde bir masaya oturmuş elinde at yarışı kuponlarıyla gördüm. Kendisine Nuray Hanım’ın sorularından söz ettim. “Yanıtlayacağım” dedi. Ama hiçbir zaman yanıtlamadı. Bazen yalnızca selamlaştık, bazen de rahatsız etmemek için yanına yaklaşmadım. Böylece günler geçti gitti. Ülkü Tamer’in sanıyorum ekonomik sorunları vardı ve hayattan bıkmıştı sanki.

Ülkü’nün ölümünden bir iki gün önce Erdal Alova telefon etti. Ben tiyatrocu Nalan Özüpek ile Amiral Kahve’de oturuyorum, gelebilir misin, dedi. Hemen atladım Amiral Kahve’ye gittim.

“Ülkü ve eşinin ekonomik durumları çok kötüymüş, yardım etmek için ne yapabiliriz?” Ülkü için bir etkinlik yapabiliriz, diye düşündük; sonra ayrıldık. Bodrum’da Belediye ile yakın ilişkileri olan birilerini bulup Ülkü Tamer ve eşine ekonomik katkıda bulunmaları için bir şeyler yapmayı konuşmak üzere ertesi gün Belediyeye gitmeye karar verdim. 2 Nisan 2018 tarihinde Nalan Özübek’i birlikte gitmek üzere aradığımda bana acı haberi verdi. Ne yazık ki Ülkü Tamer aramızdan ayrılıvermişti.

Türk şiirinin büyük ustası Ülkü Tamer son yıllarında yoksulluk içinde öldü. Ve hiç kimse yardım etmedi kendisine.

Türkiye’de şaire verilen değer işte bu! Sen içine gökyüzünü çektin ve gittin koca şair! Sen bir hazinesin. Ya seni dışlayanlar?…

 

DÜNYA OLİGARŞİSİNİN YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ PROVASI: KOVİD-19

SN – Az önce değindin: Kovid-19 küresel salgınıyla birlikte insanlık tarih boyunca görmediği ve ne zaman nasıl sönümleneceği bilinmeyen bir tehdidin kuşatması altına girdi. Kimileri bunun dijital teknolojik gelişmeler sonrasında ortaya çıktığını öne sürüyor. Kimileriyse özellikle kurgulandığını savlıyor. Senin düşüncen nedir?

ÖM – Yeryüzünde özellikle ABD, İngiltere gibi emperyalist ülkelerde büyük sermaye, internet, şirket, malk mülk sahibi ailelerin oluşturduğu dünya oligarşisi –ki bunlar hükümetlerin, orduların, basın yayın araçlarının ve her şeyin sahibidir– yeni bir dünya düzeni istiyor. Bu dünya düzenine geçişin önündeki en önemli engellerin başında, “Eski kuşaklar” geliyor. Bunların bir şekilde temizlenmesi ve daha genç kuşakların korkutulması gerekiyor. Bu temizlik için Kovid-19 iyi fırsat…

Kovid-19, bu güçlerin dünyayı kontrol altına almak için hazırladıkları planın ilk adımına dönüşüyor… Daha sonra uzayda şehirler kurulması, beyin gücünün satın alınması ve dünya halklarının çiplenerek, uysal köpeklere dönüştürülmesi gündemde… Dünyadaki tüm politik, ekonomik, sosyal ve siyasi gelişmeleri bu açıdan görmek gerek. Kısaca insanlık çok kirli bir oyunun içinde debelenip duruyor…

 

HAYATLA ARANIZDA MUHTEŞEM KÖPRÜLER

SN – Şiir ve doğa nerede buluşur? Buradan şaire ve şiirseverlere mesajın nedir?

ÖM – Şiiir ve doğa iç içedir şiirlerimde. Sözcüklerim sürekli doğanın içinde koşturur. Dağlarla sevişir. Martılarla dans eder. Balkonda bir sığırcık sürüsüyle oynaşır. Bu, yalnızca Türkiye değil, dünya coğrafyasıdır. Bu konuda: Şiiriyle doğanın iç içe geçtiği ender şairlerden biriyim. Doğa karşısındaki bu tutumum zorlama değildir. Şiirlerim ve yaşamımla kendiliğinden gelişen bir iç yapılanmadır. Birkaç örnek vermek gerekirse:

Çünkü haber geldi: kabul etti hayat beni!

Bir süre daha kalacağım dünyada

balıklarla ve ağaçlarla.

Ağaçlar ki, en güzel yüzümüzdür bizim.

 

Aşk’a ve hayat’a fiyaka atmak ince iştir

Alp dağlarında

fotoğraf çektirmeye benzemez:

Albatrosların

Uçurumlarla

nişanlanması gibi bir şey…

 

Çok çapkın bir maceradır bu yüzden

Benim doğduğum: Ekim

Coğrafyası: Palandöken dağları.

Anlatılır ki, anamın memelerine ilk çarpışımda

Küçücük kollarıyla Dünya’yı kucaklayan

Bir sarhoştum.

 

Sen ki, çakır gözlü bir sokak taşırsın yanında

Sevdanın sözlü tarihidir o sokak

Ağzın elma kokar, ağzıma dayalı

 

İşte! Gene bahar

saçlarım dolu rüzgârlarla

Merhaba! diyorum

bir sürgün olarak yaşadığım Yeryüzüne

Merhaba! Böceklerin, yanardağların, rüzgârların

ve okyanusların evi

Bizim sevgili küçük bahçemiz

Benim doğduğum gezegen

Takvimlere bakıyorum: Mart’ı gösteriyor

Ben’se Nisan’a çarpıyorum

Öpüştüğüm güzelin

adını soruyorsanız: Mayıs

Geceleyin yıldızlarla flört eden

gül’leri ben yetiştirdim

Çünkü ben savaşçı değil, gül yetiştiriciyim

 

Şunu hemen söylemeliyim: Evren’de tek evimiz var: O da Dünyadır. Ve dünyanın içindeki her şey. Dünyanın, evrenin ekolojik dengesini ideolojlerinin odak noktası kılmayan hiçbir düşüncenin geçerliliği yoktur. Artık yoktur. Kendini dünyanın / doğanın efendisi sanan insan, bu sonsuzluk içinde ne kadar küçük bir varlık olduğunu anlamadığı sürece felaketler yağacaktır başına. Birkaç derecelik ısı artışı milyonlarca insanın ölümü demektir. Doğa bilinci çağdaşlık ölçüsüdür.

Son olarak: Şairlere / şiirseverlere birkaç önerim:

 

1.

Birkaç Türk şairine takılıp kalmayın. Türkiye nasıl ve ne kadar dünyadan küçükse, Türk Şiiri de, dünya şiirinden o kadar küçüktür. Dünya şiirini okuyun.

 

2.

Türkiye’den dünyaya, dünyadan da Türkiye’ye bakın.

 

3.

Türk ve dünya şiirini baba şairlerden okuyun. Kim bu babalar mı?

Türkiye’de yayımlanan çok iyi antolojler var. Arayın bulun.

 

4.

Söyleşide sözünü ettiğim postmodernist şiirlerin ve çöp şiirlerin tuzağına düşmeyin.

 

5.

Şair olmaya kalmayın.Çünkü şairlik ’olunacak’ bir şey değildir.

Şairlik damarınız varsa o sizi bulur.

 

6.

Birey olun! Eleştirel olun!

 

7.

Kendinizi iyi hissetmek için şiir yazmayın, psikoloğa gidin!

 

8.

Hiçbir şey olmanıza gerek yok!

Lütfen okuyun! Çok okuyun! Çok okuyun!

Ne kadar çok okursanız içinizdeki dünya ile dışınızdaki dünya arasında o kadar  muhteşem köprüler kurarsınız.

3 YORUMLAR

  1. AYDIN YANILMAZ!

    İşte budur aydının ülkedeki karanlık olaylara, günlere, kişilere karşı duruşu.
    Kandırıldım demez.
    Yanılmışım diyemez.
    Adalet Ağaoğlu öldüğünde yazdığım SEVEREK OKUMUŞTUM yazımda da bunu vurgulamıştım.
    Aydının hata yapma lüksü yok. O kayıtsız kaldığında bile ülkede daha kötüye gidiyorsa işler o kayıtsızlığından sorumludur.
    Özeleştiri yapmaları bu sahte gözyaşlarından yeğ ve şart. Bağışlamak zorunda değiliz yine de.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Güncel

En çok okunanlar