Virüsle beş çayı

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

AYDAN AY

“Balzac, politik tutumu bakımından kralcıydı; büyük eseri, kibar toplumun onulmaz çürümesi üzerine bir sürekli ağıttır; yok olmaya mahkûm sınıfa gönül vermiştir. Ama bütün bunlara karşın eserlerinde, en derinden duygudaş olduğu adamları ve kadınları, soyluları sahneye çıkarınca, en keskin hicvini, en acı ironisini yaratır.”
O kadar hoş bir mizah çeşnisiyle aydınlandım ki… Endişeyi, korkuyu, paniği bırakıp yerine nöbetçi olarak neşemi devrettim. Yavaş yavaş koronavirüsün, hayatıma girmesine cesaret gösterdim. Onu ciğerimde değil, kalbimde yerinden sökülmesi imkânsız bir ağaç gibi kökleştirdim. Koronalı günlerde yaşama sevincim hiç kaybolmayıp daha da köklendi. Bir şeyler arıyordum. Bir insan ilişkisi, bir tatlı söz, yakınlık, küçük bir tebessüm, duygusallık, aşk… Her şey dün gibi yakın; yüz yıl kadar uzakta şimdi… Ne kadar uzağız birbirimizden bu kadar yakınken… Halbuki her akşam oturduğum yerden kapıya gözlerimi dikerek bana bir sevinç sunacak adamı bekliyordum bıkıp usanmadan. Bu bay böyle yapınca, yalnızlaşıyorum, korkuyorum. Duygular körelmiş ve sinirler gergin… Yavaş yavaş uzaklaşıyor birbirinden insanlar. Nerede o insan kalabalığı ve insan sıcaklığı? Başkalarından ayrılık, “sıcak ilişkiler yoksunluğu” duygusudur.
Dün bir sinek girdi açık duran pencereden. Biraz oyalandım onunla. Ona alışıvermiştim. Ama birkaç saat sonra mikrop saçacak diye öldürdüm hayvanı… Yatak odasındaki dolabın çekmecesinden örgümü aldım. Örgü örmeyi severdim ve mutlu olurdum. Şişler, o ince, küçük tıkırtılarla ilmeklere girip çıkarken her şeyi unuttum. Yorgunluğu, yalnızlığı, salgın hastalığı, ölenleri… Ne ki çok geçmeden sıkıldım örgü örmekten. Boyuna saate bakıp duruyorum. Bayramlarda, geçit törenlerinde mızıka çalan askerler geldi aklıma. Sesli güldüm. Sesim odanın her duvarına çarpıp tekrar bana döndü. Balkona çıktım. Karşımdaki iki apartman birbirinin tıpkısıydı; en az iki metre yüksekliğindeki bahçe duvarları, neredeyse çatılarından bağlanacak birinci, ikinci, beşinci katlar… Hepsi de yaklaşan biyolojik silaha karşı içine kapanmış bir kale görünümündeydiler. Bir cezaevi penceresinden bakar gibi karşı apartmanın aynı kat hizasında, pencere önünde oturan komşunun yüzüne baktım. Beni görmedi, düşünüyordu. Tam karşı balkondaki delikanlı, kahvesini yudumlamaktaydı. Her yudumdan sonra bir bardak su içiyordu. Saçları karmakarışık, yüzü aydınlık… Beni fark etmeyip içeri girdi. Derin bir yalnızlığa gömüldüm. Birden ağlamaya başladım.
Televizyonu açtım. Haberlere başladı, güleç yüzlü, manken gibi bir kadın… Olan biteni, onca acıyı nasıl da yarı tebessümle anlatabiliyordu böyle. Halk koyun gibidir, istediğimiz yöne çekeriz diye, insanları uyuşturmaktı televizyonun yaptığı. Başka kanala atlıyorum: Cyborg’ları ve öteki canavarları Robocop dize getiriyor. Başka kanal: Süpermen, gökdelenden aşağı atlarken ayağını kırıyor ve hastanede alçılar içinde yatıyor. En iyisi uyumak… Yatmak için sevdiği bir erkek gerek insana. Birden müthiş bir coşku duydum, yastığıma sarıldım. Yalnızlığım, koyu bir sis gibi bedenimi sarıp sarmalıyor demek ki…
Öykü düş gücü ister, öyle değil mi?
Sabaha doğru dayanamayıp uyuyakalmışım… Bunaltının, endişenin vermiş olduğu iç çöküntüsüyle bir düş âleminde buldum kendimi:
Ev uğulduyordu. Alnım soğuk terlerle boncuklanarak gözlerimi açtım. Bütün evin virüslerle dolduğunu gördüm: odanın, mutfağın, banyonun tıklım tıklım virüsle dolduğunu. Öbür dünyaya giriyormuşum gibi karanlık bir tünelde olduğumu hissettim. Birden Bosch’un tabloları karşıma dikiliyor. Eciş bücüş insanların tümü orada… Vitaminsiz kalmış gibiler. Hay Allah! Vitamini içmeyi unutmuşum. C ve Çinko vitamini… Bağışıklık sistemini güçlendiriyormuş.
Dudağımda bir sıcaklık hissettim. Korku içinde çarpıntıyla uyanıyorum. Bir çığlık atarak yatağımdan fırladım, aynaya koştum. Dudağımda bir koronavirüs! Alt dudağımı üst dudağıma iyice yapıştırdım, ezmeye çalıştım onu. Yok, ölmüyor.
Bir de konuşmaz mı?
–Yüzüme bak benim.
Yüzü yok ki… Oydu, koronavirüstü… Birden dehşet içinde kaldım. Ürktüm çünkü bu salgını iyileştirecek ilaç, aşı yoktu. Hadi diyelim hastalığa tutuldun, ne yapacaksın? Yapacak hiçbir şey yok. Ölümü bekleyeceğim ya da gücümün hastalığı yenmesini. Bir çığlık atarak kaçmaya çalıştım.
Üst dudağımdan alt dudağıma indi. Konuştu benimle, konuştu:
–Dur kaçma! Sen insan mısın?
Kendi kendime sordum: Ben insan mıyım?
Yüzüm adeta balgam sarısı, solgun bir güneşin rengini andırıyordu. Korkudan, insan olduğumu gizlemeye çalıştım:
–Hayır…
–Sen melek’sin! dedi bu sefer üstüne basa basa. Evet, ben kimseler tarafından görülmem. Şu an sen beni hissediyorsun ama.
–Bizimle oyun oynuyorsun. Artık yeter… İnsanları bireyler olarak parçalayan, birbirinden koparan, onları ayıran, evlerine kapanıp zaten yalnız olan insanı büsbütün yalnızlaştırdınız. İnsanın karşısına onu ezen, tutsak eden bir güç olarak dikildiniz. Bir şeyler dönüyor, anlamıyoruz. Bu ev bir hapishane… Neyin ne olacağını bile bilmiyoruz. Biz insanlar için hazırlanmış bir senaryo bu. Bu gidişle korkuyorum, çıldıracağım. Kendi dünyamıza yeniden kavuşmamız gerekiyor. Yıllardır bizi ürperten, korkutan, kaygılandıran kimi vakit de umutlandıran ülke çapındaki olaylara mı gönderme yapıyorsun sen? Yaşamımızı altüst ettin. Biyolojik silahlar insanoğlunun tepesinde Demokles’in kılıcı gibi asılı duruyor. Bir yerin iklimi değişiyor, yapay yollardan yağmur yağdırılıyor, ormanlar ortadan kaldırılıyor, varacağı hedefi arayan bombalar insanları kovalıyor, senin gibi biyolojik silahsa insanları yok ediyor.
–Ben senin ruhsal ve bilinçaltı derinliklerine sunulmuş bir gerçeğim. Binlerce kişinin canını alan ilk katil virüs değilim. Ve muhtemelen son da olmayacağım.
Göz kırpıp, işaret parmağımı dudağıma götürüp “sus” işareti yaptım:
–Düş, tüm insanı özgürlük haklarına kavuşturur. Seni gördüğüm, seninle konuştuğum da bir düş. Senden korkmuyorum korona. Ama düş yakamdan lütfen. Hani acılar için şair, “söyletir dilsizi, ağlatır körü” demiş ya, hepimiz ondan da beter olduk; söyleyemeyen dilsiz ve ağlayamayan körüz artık, aklımız, yüreğimiz, ruhumuz acıyor.
–Seni zaten özgür bırakacağım. Dünyanız bir hayvanat bahçesine benziyor. Ben de dünyaya düşüp günlerimi burada geçirmeye başladım işte. Seri katil yaptınız beni. Her gün birilerine bulaşıp korkunuzu dağ gibi büyütüyorum. Faili meçhul olmayan cinayetler işliyorum. Aslında faili belli cinayetler bunlar. Beni size salan kim, kimler? İNSAN! Kiralık katil gibi hissediyorum kendimi. Senin gibi insan az bulunur. Taç takmış kraliçe gibi duruyorsun.
–Yok canım, ben ne yaptım ki?
–Öyle deme. Bizim gibi virüslerle oturup konuşmak… Dimdik, sallanmadan karşımda durabiliyorsun. Korkmadın da… İnsanları öldürüyorum, şimdilik hayvanlara dokunmuyorum ve ölüme sebep olmak dışında sizlere çok da büyük iyilik ediyorum. Gerçeklerle tanışmanıza yardımcı oluyorum. Kısa sürede bütün din adamlarınızı susturdum. Bütün camilerinizi, sinegoglarınızı, kiliselerinizi kapattırdım, kutsal mekânlarınıza kilit vurdurdum, görkemli AVM’lerinizi boşalttım. Yakında parlamentolarınızı da kapattıracağım. Dünyayı yönettiğini sandığınız, korkup çekindiğiniz, o güçlü sanılan liderlerinizin hepsini saraylarına hapsettim. Benden korkuyorlar, hepiniz benden korkuyorsunuz. Aslında ben de korkuyorum. Ama liderlerinizden, tanrılarınızdan değil. Bilim adamlarınızdan korkuyorum. Biliyorum, bir gün bu salgın sonlanacak. Benden kurtulacaksınız.
Üşüyordum. Bakışlarım bıçak sırtı gibiydi:
–Dünyaya biyolojik silah olarak geldin, çoğaldın. İnsanlar çığrıştılar. Dünya döndü. Senin düdüğünü öttürdüler. İnsanların yanakları hep buz… Kiliselerde çan çalıyor, camilerde ezan okunuyor. Kukla insanlar… Kurşun asker gibi bir bir yere düşüyorlar. Endişemizin, korkumuzun en önemli nedeni, “dünyada neler olup bittiğinin farkında olamamak” ve “hiçbir şey yapamadan sadece gözlemlemek”, çaresiz eve tıkılıp kara yalnızlığa bürünmektir. Küçükken yolculukta otobüs tutardı beni. Bir karın ağrısı, bir kusma isteği… Böğüre böğüre kusmak istiyorum şu an. Soluğunda dayanılmaz bir koku taşıyorsun sen korona. Düşüncelerinin kokusu. Leş gibi kokuyorsun. Kaç insanın kokusu üstüne sinmiş senin? Bin, iki bin, beş bin, on bin, yirmi bin… Yeter! Yılgın bir çaresizlik damarlarımızdan akıyor. Düşünüyorum, düşünüyorum, anlamaya çalışıyorum: Diyelim ki bizim apartman depremden yıkıldı. Fena şiddette deprem vardı o gün. Zaten yaşlı bir apartman… güç bela ayakta duruyor… Olur, o şiddetli depreme dayanamadı, yıkıldı diyelim. Peki dünya? Bu yaşlı dünya neyle sonlanacak? Seninle mi korona? Ay, çok tatlısın sen! Şirinlik muskası…
–Kahverengi gözlerinde, dolgun bir kara sıkıntı var şu an. Işık yok. O güzelim gözlerinin hakkını hangi ressam verebilir ki? Korkma, sana kendimden bir tane bile bulaştırmayacağım. Sevdim seni. Benden sonra eski hayatına dönme. Beni tanı, beni anla, beni öğren, benimle uzlaş. Siz doğanızdan kopmuş, yaşamdan uzaklaşmışsınız. Büyük şehirlerde yaşayanlar böyle katı, içine kapanmış, asabi mi olur hep? Siz nasıl bakıyorsunuz dünyaya? Hangi araçlarla geldiniz bu noktaya?
–Eskiden gözlerimde bir zeytin bahçesi büyürdü. Özgürlük, barış kokardı… Yazgı fikrinden, toplum içinde süregelen boş, yanlış inançlardan, hatta dini şeylerin tümünden, çürümeden arınmış olarak, yalnızca akıl ve bilimle, kendini bir ülküye adamakla bu dünya kurtulabilir, anladın mı? Sözüm ona yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışan yoz kurumlar ve senin gibi biyolojik silahlar, bu dünyayı yok edemez. Zavallı bir kiralık katilsin, zavallı… Evleri saran ya da her şeyi kemiren fareler, böcekler gibisin. Hayvanların ne suçu var? Sen aşa-ğı-lık bir canavarsın. Bu dünya bir cehennem, cehennem… Dışardakiler, içerdekiler… Evimde, yalnızca evimde… Bir sığınak gibi saklandığım, eşyalarını, düzenini benimsediğim evimde… Canavarlar başka kılıkta… Bir eve sıkışıp kalmış olma duygusu nedir bilir misin sen? Hemen çekip gitmek, çekip gitmek… Nereye? Çocukluğuma… Oradaki dünya, yaşanan her şey çok güzeldi. Bütün masalları elinden alınmış çocuk gibiyim. Masalcı nine kalk, uyan, diril, bana bir masal anlat yine.
–Yorma kendini ey güzel insan!. Dünyadan el çekmeyi değil, dünyaya sımsıkı bağlanmayı düşün. Yapayalnız olmasaydın, kısık gözlü, uzun boylu sevgilin, burada, yanında olsaydı, sana en güzel aşk şiirlerini okusaydı, yıldırımdan, şimşekten korkan çocuklar gibi birbirinize sarılsaydınız…
–Neler saçmalıyorsun sen mikro bücür yaratık? Ben de burada seninle lafa tutuldum… Seninle yakınlık kurdum… Beni yalnızlığımdan ayırdın. Ben düşmanım sana, içimde kin uyanıyor, devleşiyor.
–Yalvarırcasına bakma bana. O yanındaki şişe ne?
–Kolonya! Senin radyasyonun… Çin masallarındaki canavarlara benziyorsun.
–İçindeki öldürme hırsı o kadar büyük ki… Sokağa fırlasan önüne geleni öldürürsün sen. Benden betersin yahu!
–Beni bu duruma, bu intikam kafesine sokan sensin. Ev akvaryum, ben balık… Açık duran şu pencereden baharın coşkusunu, yaşayan ağaçları görüyor musun –ya da gökyüzüne baktığında ölümüne sebep olduklarını? Baharımızı öldürdün sen. Bu barbar çağda tutunacak bir şeyim kalmadı artık. Yalnızlığım yoğunlaşıyor, Vahşi Batı’nın yalnız kovboyu Red Kit gibi…
–Red Kit, evinden uzakta bir yalnız kovboy ama…
–Ne çok genç var böyle! Ne çok yaşlı ölü var böyle! Düşünüyorum kendi kendime: Benim gençliğimde de bu kadar genç var mıydı? Hiç bir zaman bu kadar genç olamadım. Ne oldu benim gençliğime? Gençliğimdeki yaşlılar nerede, ya şimdiki yaşlılar? Umutsuzluğun içinde kapana kısılmış kalmış biriyim. Göçmen kuşlar gibi daha sıcak, daha mutlu yerlere gitmeyi hayal ediyorum. Ama iç huzuru olmayan insan hiçbir yerde mutlu olamaz ki… Canım çay istedi birden. Sen de ister misin mikro bücür?
Seninle beş çayı keyfi…
–O ne ki?
–Sağlıklı bir hücrenin kapıları kale kapısı gibi sağlam olursa, hastalanmayız. Onun için doğal beslenmeliyiz. Virüslere bitkisel kalkandır çay. Özellikle bitki çayları… Virüsün boğaz florasına yapışmasını önler. Dağlardaki kekik, ıhlamur kokusu ne güzeldir. İnsanın evinde her sabah ve her akşamüstü bir çaydanlık fıkır fıkır kaynamalıdır.
–Senden ne çok şey öğreniyorum.
–Hiç olmazsa insan günü birinde evine konuk olan bir virüse rastlarsa, çaydanlıktan – çaydan başlayarak, kolonyanın – alkolün yan etkilerini ya da yararlarını, bilimin önemini; evimdeki çiçeklerle ilgili hoş sözlerimi anlatıp seni şenlendirebilirim. Çinli misin sen?
–Hoppala! Bu da nerden çıktı. Salgın, ilk Çin’de başladı diye, benim Çinli mi olmam gerekiyor? Shakespeare, Romeo ile Juliet’i yazarken bir İtalyan yazarı mıydı?
Sesinde bir alay kokusu vardı. Acaba gözle görülmeyen bu virüs, bir yapay zekâ mıydı? İnsanoğlundan her şey beklenir.
–Çok akıllısın sen mikro bücür. Sohbetimiz güzeldi. Bana cesaret aşıladın. Çocukluğumda fotoroman karekteri olan Killing vardı. Gözünü kırpmadan insan öldüren, bir soygundan diğerine koşan, istediğini almak için her türlü işkenceye başvuran şeytani biriydi. Bütün kadınlar ona âşıktı. Ama o tek bir kadın seviyordu. Ben bile çocuk aklımla hayrandım ona. Seni ona benzetiyorum. Herkesi öldüren, bana zarar vermeyen birisin. Biri mi? Yok canım, sen mikro bücürsün.
–Çay sohbeti güzeldi. Hiç olmazsa sana zarar vermeyeceğimi anladın. Günün birinde belki bir öykünün kahramanı olurum. Artık gitmeliyim, senden uzaklaşmalıyım. Konduğum yerde çok bile kaldım.
Konuşmanın nasıl geliştiğini, ne söylediğimi artık bilmiyordum. Düşte sayıklar gibiydim.
Bahar içeri girmişti…
Birden uyandım, kalkıp ışığı açtım. Sanki kendi içimde bir ışık yanmıştı. Dudaklarımın arasından bir çiçek kokusu çıktı, hoş… Papatya kokusu, ölümün en güzel kokusu… Papatyalar, kökleri topraktayken kokmaz; ancak kopartılıp öldürdükten sonra var olur kokuları. Gitmişti. Kaygıyla beklediğim şey ölüm değilmiş. Yitip giden cesaretimmiş. Döndü… Yatak odasının kapısını kapatıp salona geçince bir rahatlama hissettim. Pencerenin önünde sıralanan menekşelere baktım. Birdenbire ev, çiçeklendi. Perdelerin yeşili, halının güneşi andıran sarısı, koltukların deseninde çiçekli cıvıltılar meydana çıktı. Madem ben dışarı çıkamıyorum, bahar içeri girmişti. Evi Strauss’un melodileri dolduruvermişti. Gel de canlanma… Haydi valse!
Cesaretin kökü toprağın çok derinlerinde, sağlam, heybetli bir ağaç değildi belki; ince narin bir çiçekti.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Güncel

En çok okunanlar