“Nâzım’a af!” kampanyası, Aragon ve Tristan Tzara’nın öncülüğünde tüm dünyada yaygınlaşırken, Türkiye’de de yankı bulur, toplumun çok farklı demokrat kesimlerini harekete geçirir. Gençlik, kampanya için kısa sürede örgütlenir, yine toplumun en önünde yer alır. 4 Mayıs 1950’de TGD’nin (Türkiye Gençlik Derneği) çıkardığı “Nâzım Hikmet” Dergisi, Nâzım’ı hapisten ve açlık grevinde ölmekten kurtarmak üzere gençliği kitlesel eylemlere yönlendirmişti.
Nâzım’ın şiirinde cezaevi atölyeleri ve yalınlığa yöneliş
1928’de Sovyetlerden dönerken tutuklanan şair, bu ilk cezaevi yaşamından izleri Hopa Mahpusanesi Notları’nda şiirleştirir. Şairin buradaki “Kızkapan Oğlu Vehpi” şiirinde denediği anlatım, dili olabilecek en yalın anlam katmanında, her türlü süsten ve şairanelikten arınmış biçimde kullanmaya yönelikti. Bu deney, Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki yalınlığı Nâzım’ın yıllar önce aramaya başladığının açık göstergesidir. Nâzım bu arayışı benzersiz bir yapıta dönüştürecek birikimi 1933-34’teki cezaevi yıllarında özümlemiştir.
Şiirin Şeyh Bedrettin’le içerik ve biçim olarak geldiği bileşim ve gerçekleştirdiği atılım, toplumun her kesiminde Nâzım’a yöneliş başlatır. Nitekim Nâzım, Türk toplumunun ulusal bütünlük kazanması sürecini büyük bir destan içinde anlatmayı tasarladığı günlerde çağrıldığı bir görüşmede, Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer, ona Kurtuluş Savaşı’nın henüz şiirinin yazılmadığı serzenişinde bulunur (1937). Ne ki düşmanlarını da uyandıran bu tür yönelişler, şairin genişleyen etkisini kırmak üzere peş peşe açılan düzmece davalarla sindirilmek istenmiş, bunları Harp Okulu ve Donanma Davaları izlemiş, sonunda Nâzım mahkûm edilmiştir.
Eşsiz bir ustalık: Kuvayi Milliye
Nâzım, Millî Kurtuluş Destanı [daha sonra Kuvayi Milliye] adını verdiği şiirlerine başlayacak ortamı bu mahkûmiyetten sonra bulur ve Sultanahmet Cezaevi’nde yazmaya koyulur (1939). Çünkü Nâzım, şiirinin gereksindiği canlı kanlı, sıcak, bütün duyularıyla ele geçebilen insanı, dilin gerçek yaşam içinde kendini bütün kıvraklığıyla ortaya koyduğu toplumsal ve bireysel biçimleri yakalayıp yeniden işleme olanağını mahpusanede bulabilmektedir. Gerçek şu ki, özellikle o yıllarda, toplumsal yaşamdaki her türlü ayrıntı ve zenginlik, cezaevlerinde aynı anda ve aynı çatı altında en yoğun ve kapsamlı görünümleriyle yer almaktadır. Nâzım’ın mektuplarında bu apaçık görülüyor. Geriye, dehanın kendi içinde biriken olguları demleyip süzgecinden geçirmesi ve işçiliği kalıyor:
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır…
“Anadolu Savaşı’nı Nâzım Hikmet bu destanla bir daha kazandı.” Bu söz, İsmet Paşa’ya ait. Paşa burada bir anlamda Kurtuluş Savaşı’nın asıl ve nitel olarak “Kuvâyi Milliye” destanıyla kazanıldığını söylemek istiyor olmalı ki, doğrudur. Bu destan, dilin ve insanın, Türkçede akan bütün bir Anadolu’nun kurtuluş serüvenidir… Halka rağmen bir uygarlık değişiminin katı ve bir o kadar da uygulamacı yönünü kişiliğinde yansıtan, amacın ana çizgisinden sapmaksızın, sabır ve inatla sonucu kazanma tutumunda küçük uzlaşmalara girmekten, geçici ayrılıklara düşmekten kaçınmayan, halka giden yolu Halkevleri ve Köy Enstitüleriyle aydınlara açan Paşa, sözleriyle kişiliğinin bu yönünü bir daha dışa vuruyor…
Nâzım’ın ona hapishaneden verdiği yanıt belleklerdedir: “İsmet Paşa dua etsin ki, vaktiyle kazanmış savaşı. Yoksa şimdi burada beraber olacaktık.” Bu iletişimin en başında kurulması gereken bir bağlantının eksikliği halâ yeterince giderilmemiş bulunuyor: Atatürk’ün Nutuk’ta yansıttığı kuva-yi milliye ruhu ve söylemiyle, Nâzım’ın yapıtı arasındaki anlam ve söylem ilişkilerinin metin düzleminde çözümlenip açığa çıkarılması… Bu, Nâzım’ın komünist kişiliği ile yurtsever kişiliğinin arakesitindeki yoğun örgünün esnek ve bulanık edebî zeminde gözden kaçan unsurlarının ulusal özüne somut tarihsel verilerden varmak demektir. Devrimci okur, bu bağlamı kurmak ve yaşama taşımak zorundadır; günümüzde gençlik, bu ilişkiyi kavramış, yarını belirleme işini üstlenmiştir.
Nâzım’ın şiir devriminden kalan
Memet Fuat, Nâzım’ın şiir devriminden kalanı şöyle belirliyor: “Nâzım Hikmet şiirde bir devrim yapmış, ama aşılması, arkada bırakılması gerektiğine inandığı şiir anlayışlarının güzelliklerine gözlerini yummamıştı. Şiir geleneğimizden derlediklerini şaşılası bir tazelikle yeni şiire katmanın değişik yöntemlerini bulmuş, bazen göstere göstere, bazen alttan alta eskiyle yeninin bileşimini gerçekleştirmişti. Ölçü, uyak, uyum, sözcüklerin bağlanışı, dizeler, Divan şiiri, Halk şiiri, sonraki dönemler, en yakın ustalara kadar herkes, her şey onun şiirlerinde yerini alıyordu.
“1920’lerde, yığınlara yüksek sesle okunacak şiirler yazdığı dönemlerde Yahya Kemal’den yararlanmış olması bu bileşimin inanılması güç bir örneğidir. Kendisi açıklamasa kimsenin anlayamayacağı kadar incelikli bir usta çırak ilişkisi…”
Memleketimden İnsan Manzaraları
Nâzım, 1938-1950 arasındaki cezaevi yaşamı süresince, bir yandan dünya görüşünü somut insanî olgularla pekiştirirken, öbür yandan şiirinin içerik ve biçim örgüsünü sürekli genişleyen bir sanatsal uzama taşıyordu:
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…
Şiirde aşk ve yurtseverlik temalarının örtüşük yapılanışı, sanki bütün sözcükleri kucaklayan iki sözcükle, yani “işçi tulumuyla”, içerik ve kapsamca yepyeni bir ideolojik alana, vatan ve emek kavramlarının bileşkesine, ulusalın evrensele bitiştiği konumlara yerleşir.
Memleketimden İnsan Manzaraları, bu yaklaşımı insanın binlerce durumda binlerce kez keşfine yönelik, tüm sanatsal kurgulara yayılarak sergileme girişimidir. Nâzım, en güç koşulları yenik düşüren bu yaşam sevgisi ve dehasıyla, gitgide dünyanın her yerinde, elini bile sıkmadığı, bir mektup bile yazmadığı şairlerin, Aragon, Tzara, Neruda’nın, nice yazarın, Camus, Sartre, Beauvoir’ın, pek çok sanatçının, Picasso ve Yves Montand’ın gönlünü kazanır. Savaşın külleri altından kalkıp da üstü başını silkelemeye fırsat bulan insanlık, sevdiği şairi hiç hakketmediği acılardan kurtarmak üzere dünyanın her yerinde haykırır: “Nâzım tüm insanlığa aittir – Onu Türk zindanlarından kurtaralım!” Böylece, Dadaist şair Tristan Tzara’nın öncülüğünde oluşturulan uluslararası komite, Uluslararası Gençlik Federasyonu ve Uluslararası Demokrat Hukukçular Cemiyeti’nin katıldığı “Nâzım’a af!” kampanyası başlatılmış olur (Eylül 1949).
Komünist yurtsever!
“Nâzım’a af!” kampanyası, dünyada olduğu kadar, Türkiye’de de yankı bulur, toplumun çok farklı demokrat kesimlerini harekete geçirir. Gençlik, kampanya için kısa sürede örgütlenir, yine toplumun en önünde yer alır. 4 Mayıs 1950’de TGD’nin (Türkiye Gençlik Derneği) çıkardığı “Nâzım Hikmet” Dergisi, Nâzım’ı hapisten ve açlık grevinde ölmekten kurtarma kampanyası için gençliği daha kitlesel eylemlere yönlendirmişti. İstanbul Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti’nin 15 Mayıs’ta düzenlediği ve antikomünistlerin saldırısına uğrayan eylemiyle ilgili olarak Mîna Urgan’ın bir anısı şöyledir:
Kampanya için Laleli Çiçek Palas’ta düzenlenen toplantıya katılanlar tutuklanıp mahkemeye çıkarıldı. Bunlardan biri de, şairin yıllarca yattığı Bursa Cezaevi’nin müdürü Tahsin Bey’in kızı, arkadaşım Şehnaz Akıncı’ydı. Yargıç ona neden bu toplantıya gittiğini sorunca, Şehnaz; Nâzım Hikmet yurtsever bir şair de ondan” dedi. Yargıç, sanıkla alay edercesine, “Kızım, bunu da nereden çıkardın acaba?” diye sordu. Bunun üzerine Şehnaz, 20 yaşının çın çın sesiyle “Memleketim” şiirini, başından sonuna kadar ezbere okudu. İlk kez duydukları bu şiir, mahkeme heyetini de, derin bir sessizliğe gömdü. Şiirin güzelliği bir yana, komünist Nâzım Hikmet’in gerçekten yurtsever olduğu, kafalarına dank etmişti herhalde.
Nâzım’ın yurtdışına kaçış nedeni
CHP’nin seçim öncesinde uzak durduğu af kampanyası, Nâzım’ın açlık grevine Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın ölüm orucuyla verdikleri destek sayesinde hızla büyür; DP’nin (Demokrat Parti) tek başına iktidar olduğu 15 Mayıs’tan sonra, toplumun tüm kesimlerine yayılır. Nâzım, DP’nin 15 Temmuz 1950’de çıkardığı Af Yasası’ndan yararlanarak özgürlüğünü kazanır.
Ne ki sürekli tehditler yüzünden yurtdışına kaçmak zorunda kalışını Budapeşte Radyosu’nda kendisiyle yapılan bir söyleşide (1962) şöyle anlatır:
Biliyorsunuz, birbiri ardınca on üç sene hapiste yattım. Bu on üç senelik hapis doğrudan doğruya işlediğim bir suçun karşılığı değildi. Uydurulmuş bir suçun, omzuma yüklenen bir suçun cezasıydı. Bu yetmiyormuş gibi, hapisten çıktıktan sonra, elli yaşıma ancak bir yıl varken ve yüreğim dehşetli hastayken beni askere almak istediler. Ben askerden kaçan adam değildim; ama o yüreğimle askere gitmek, talim meydanına çıkmak neferliğin büyük şerefini hayatımla ödemem demekti. Gene haber aldığıma göre, beni askere almak bahanesiyle harcayacaklardı. Sonra, Nâzım Hikmet askerden kaçtı, kaçarken öldürdük! diyeceklerdi…
Türklerin bayramı insanlığın bayramıdır
Nâzım, yine Budapeşte Radyosu’ndaki söyleşide (30 Ağustos 1962) şiirlerinde ulusal gururun güçlü oluşunun kaynağına dair soruyu yanıtlarken, 30 Ağustos’un da evrensel anlamını belirler:
30 Ağustos biz Türklerin en büyük bayramlarından biri ve zannediyorum ki, yalnız bizim değil, insanlığın bayramlarından biri. Çünkü 30 Ağustos’ta ilk defa biz Türkler sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı muzaffer olabilmenin yollarından birini insanlığa gösterdik. Bu da sömürücülere karşı silah elde çarpışmakla olur. Sömürgeciliğin her şeye rağmen yıkılmaya mahkûm olduğunu gösteren milletlerden biri de benim milletimdir. Bundan dolayı bu bayram cidden büyük bayramdır. İzin verirseniz bu bayram günü, benim Millî Kurtuluş [Kuvayi Milliye] Destanı şiirimden kısa bir parçayı okumak istiyorum: büyük taarruzdan evvelki saatlerden son saatlere, en son dakikaları [Sekizinci Bap] okumak istiyorum.
Nâzım’ı ne cezaevlerinde 15 yıl yaşadığı acılar, ne yurtdışındaki çilesi koparabildi ülkesinden. Hasreti ve derin sevgisi hiç bitmedi. Mazlum halkların şairi olarak emperyalizme karşı savaşından bir an bile geri durmadı. Yeryüzünün şiirle soluk alıp veren birkaç şairinden biri olan Nâzım Hikmet, dünya görüşü ve yaşam felsefesinden hiçbir zaman geri adım atmadı; ama yaşamı her an yeni somutluklarda keşfederek kendi düşleri ve sözcükleriyle zenginleştirme sorumluluğunu asla boşlamadı. Türkiye’nin tüm yurtseverleri ve emekçileri, Nâzım üzerindeki Türkçe yayın yasağının kaldırılması savaşını 1960’lardan beri evlerde, dersanelerde, toplantılarda, grevlerde, alanlarda, mitinglerde nice zorlu sınavlardan geçerek zaferle sonuçlandırırken gücünü yine onun şiirinden, öncü kavgasından aldı.
Nâzım, tam da ölümsüzlüğünün 50. yılında, iktidarın FETÖ müttefikiyle yurtsever güçlere uyguladığı zorbalığa karşı ülkenin dört bir yanında sokak sokak özgürlük ve direniş gülleri armağan eden gençliğe, sonsuz gülümseyişi ve haykırışıyla sesleniyor:
Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.
Yarın:
Nâzım Hikmet Şiirinde İdeoloji ve Dil Sarmalı