ÖRSAN ÖYMEN: Yaşamı anlamlı kılan örgütlenme ve mücadele

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

ÖRSAN ÖYMEN: Yaşamı anlamlı kılan örgütlenme ve mücadele

sorular: SEYYİT NEZİR

Felsefe Sanat Bilim Derneği olarak Aristoteles’in felsefî yurdu Assos’ta felsefe sempozyumları düzenliyorsunuz. Aynı mekânda siz de özellikle aydınlanma felsefesinin temaları üstüne birçok felsefi konferans verdiniz. 2 yıl önce, Marx’ın 200. doğum yılı vesilesiyle verdiğiniz Marx’ta Din, Kapitalizm ve Yabancılaşma konulu konferans ülkemizdeki Marksist felsefe meraklılarının size ve derneğe ilgisini daha da yükseltti. Geçtiğimiz Ekim başındaki programda ise Antik Çağ Felsefesi üstüne tartışmalar açıldı… Niçin Aristoteles, niçin Assos?

ÖRSAN K. ÖYMENAristoteles felsefe tarihinin en önemli filozoflarından birisidir. Hatta felsefenin öncü kuvvetlerinden birisi de denebilir. Ayrıca, doğa bilimlerinde de araştırmalar yapmış; mantık disiplinini de kurmuş. Felsefenin alt dalları olan epistemoloji, ontoloji, etik, siyaset felsefesi ve sanat felsefesi ile birlikte, fizik, astronomi, biyoloji gibi doğa bilimleri alanında da araştırmalar yapmış, hem evreni ve doğayı hem de insanı ve toplumu incelemiştir. Assos ve Midilli’de toplam 5 yıl yaşamıştır.

Assos’un doğal güzellikleri, orada antik Yunan’dan kalan bir kentin kalıntılarının varlığı, aynı zamanda bir köyün ve halen yaşayan bir yerleşim biriminin olması ve Aristoteles’in felsefe tarihindeki önemi nedeniyle, “Assos’ta Felsefe” adını verdiğim bu sepmpozyum etkinliğini bundan 30 yıl önce Assos’ta yapmaya karar verdim ve 20 yıldır da bu etkinliği düzenli olarak yazın uluslararası, kışın ulusal boyutta düzenliyorum.

Bugüne kadar dünyanın çeşitli ülkelerinden 250’yi aşkın öğretim üyesi konuşmacı ve 9bini aşkın katılımcı etkinliklerimizde yer aldı. Her yıl farklı bir konuyu işliyoruz. 1980’li yıllarda ODTÜ’deki öğrencilik yıllarımda hayalini kurduğum ve tasarladığım bu etkinliği, 2000 yılında yaşama geçirdim. Bu yıl 20. yılımızı kutladık. Bu etkinlik Türkiye’de felsefe alanında, kaliteden taviz verilmeden, nitelikli bir biçimde düzenlenen ve bu kadar uzun süreklilik arz eden, her yıl düzenli gerçekleşen, sürdürülebilir olduğunu kanıtlamış ilk ve tek etkinliktir.

–Son yıllarda dünyanın birçok yerinde kimi eylemciler, kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği savıyla gösteriler düzenlerken Kovid-19 küresel salgını insan ilişkilerinde dokunma yasağını dayatarak dünyayı kuşattı. Antik Çağ’dan hemen günümüze geliyorum: Felsefenin güncel sorunlarla ilgilenmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda, kapitalizmin dünyayı yaşanmaz hale getirdiği yönünde aktivistlerin savını haklı buluyor musunuz?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Kapitalizm bir sömürü düzenidir, çürümüş ahlaksız bir düzendir. Kapitalizm aşılmadan ve sosyalizme geçilmeden aydınlanma devrimlerinin tamamlanmış olduğunu söyleyemeyiz. Bunu anlamak için pandemiye gerek yok, bu zaten bir gerçek. Dünyadaki refahın yüzde 82’si nüfusun yüzde 1’inin elinde. Gelir dağılımında böylesine bir adaletsizliğin olduğu bir düzen sürdürülebilir değildir. Kapitalizm sermaye sınıfının düzenidir; işçinin, çiftçinin, memurun, emekçinin, emeklinin, sabit maaşlı çalışan kesimin düzeni değildir. Marx’ın kapitalizm hakkındaki tespitleri doğrudur. Ancak Marx gibi tarihsel ekonomik koşullar üzerinden bir neden sonuç ilişkisi kurmak ve sosyoloji yapmak da yeterli değildir. Bununla birlikte bir etik, yani bir ahlak felsefesi de geliştirmemiz gerekir. İşte burada antik Yunan filozoflarının önemi ortaya çıkmaktadır.

Bu filozoflar yaşamın amacının iyi bir ruhu taşımak olduğunu düşünmüşlerdir. Onlara göre iyi bir ruhu taşımak da erdemli olmakla olanaklıdır. Belli başlı erdemler arasında da adalet, cesaret, dostluk gibi erdemleri saymışlardır. Platon bu erdemlerin özünün salt akıl yoluyla, Aristoteles ise hem akıl hem de deneyim yoluyla kavranabileceğini savunmuştur. Buradan yola çıkarak, ama onların eksiklerini de tamamlayarak ve onları güncelleyerek, sosyalist, yani toplumcu bir ahlak felsefesi geliştirmemiz gerekir. İnsanları devrim için de ancak böyle harekete geçirebiliriz. Sosyolojik tespitler tek başına devrimi tetiklemez.

–Aydınlanma felsefesinin dine karşı doğa ve akıl arasındaki uygunluğu savunsa da uygarlığın gelişmesinde aklın doğaya üstünlüğünü savunduğu söylenebilir mi? Feyerabend’la birlikte duyumsal bilginin akılcılıktan ayrılmayı savunması bilimsel bilgide postmodern yönelimlerin yaygınlaşmasını mı gösterir? Özellikle diyalektik aklı olumsuzlama ve dinle örtüşmeye yatkınlık açısından, son 40 yılın postmodern felsefeleri için Yeni Ortaçağ yakıştırmasını yerinde buluyor musunuz –ya da şöyle soralım: Yeni Ortaçağ düşünceleriyle postmodernizm arasında nasıl bir akrabalık var? Kapitalizmin doğaya tüketirce saldırısının postmodern tüketim kültürüyle ilişkisini açar mısınız?

Feyerabend

ÖRSAN K. ÖYMEN – Duyumsal bilgiden ne anlaşılıyor bunu tanımlamak gerek önce. Deneyimcilik, empirisizm kast ediliyorsa, onun kökeni Feyerabend değil, antik çağda Aristoteles ve Epikuros ve sonrasında 17. ve 18. yüzyılda Locke, Bacon, Hobbes, Hume gibi filozoflardır; ama onların deneyimciliği de akla aykırı değil, aklı dışlayan bir şey değil; aklın deneyimle tamamlanmasıyla ilgili bir durumdur. Empirisizm anti-rasyonalisttir, ama irrasyonalist değildir. Onlar sadece akla indirgemeciliğe karşıdır. Empirisizmin de post-modernizmle bir ilgisi yoktur, çünkü empirisizm doğruluk ve gerçeklik kavramlarını yok saymaz, bilimleri destekler, hatta bilimlerin alt yapısını geliştirir.

Akıl – doğa ilişkisine gelecek olursak, aklın doğaya üstünlüğünü göstermeye çalışmaktansa, doğaya uyumlu bir akıl geliştirmek daha akıllıca bir şeydir. Doğadan kopuk ve doğaya karşıt bir insan ve akıl tasarımı yanlıştır. Ancak bu tasarımın aydınlanmayla bir ilgisi yoktur. Bu yaklaşıma sahip insanlar tarihin her döneminde var olmuştur. Ayrıca aydınlanma dönemi filozofları içinde bu yaklaşıma karşı çıkan birçok filozof da olmuştur.

Aydınlanma, özünde, Orta Çağ’dan çıkmaktır, teokrasiyi, monarşiyi, feodalizmi yıkmaktır, insanlığın bilim, felsefe ve sanat üzerinden gelişmesini sağlamaktır. 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız dervimi bu süreci başlatmıştır.

Post-modernizm bir çeşit Orta Çağ olmasa da, aydınlanma devrimlerini post-modern şarlatanlıklarla küçümsemek, aşağılamak ve çarpıtmak, aydınlanma devrimlerini tamamlayamamış toplumları Orta Çağa geri yollamak dışında bir işe yaramaz.

“Orta Çağ karanlık çağ değildir” demek cehalettir. Orta Çağ karanlık değilse, Rönesans ve Aydınlanma devrimleri nedir, 1776 ve 1789 devrimleri nedir? Teokrasinin olduğu yerde aydınlanma mı olur? Mutlak monarşinin olduğu yerde aydınlanma mı olur? Feodalizmin olduğu yerde aydınlanma mı olur? Din fetişizmiyle aydınlanma devrimi olmaz.

1776 ve 1789 devrimleri elbette yeterli değildir, ancak insanlık tarihinde büyük bir aşamadır. Bu devrimler sosyalist bir devrimle tamamlandığında ikinci büyük aşama yaşanacaktır. Ancak Türkiye’de biz halâ teokrasi mi olsun laiklik mi olsun, monarşi mi, padişahlık mı olsun, yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı, bağımsız yargı, hukuk devleti, düşünce, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğü mü olsun tartışmasından çıkamadığımız için, kapitalizmi tartışma noktasına geçemedik.

Atatürk devrimleri 1789 Fransız devriminin Osmanlı’daki gecikmeli uzantısıdır. O nedenle Atatürk’e ve onun devrimlerine sahip çıkmak çok önemlidir. Kendisini sadece Atatürkçü, Kemalist, sosyal demokrat olarak tanımlayanlar açısından değil, sosyalist ve komünist olarak tanımlayanlar için de Atatürk önemli olmalıdır. Bu ülkede Atatürk’ü hedef haline getiren, ne sosyal demokrat reform yapabilir, ne de sosyalist devrim yapabilir; sadece karşıdevrimci, neo-Osmanlıcı ve İslamcı odaklara destek vermiş olur. Neo-liberalerin, ikinci cumhuriyetçilerin, din, mezhep, etnik kimlik üzerinden siyaset yapmayı solculuk sananların yaptığı tam da budur.

Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inin en ünlüsü olarak 11. Tez’i okurlarımız için yorumlar mısınız? Bu değerlendirmeniz ışığında felsefeyle politikanın birbirine yalıtkan olduğu söylenebilir mi? Düşünürlerin aydın kimliğinden söz etmek hangi kapsamda mümkün? İki yıl önce Yapay Zekâ üstüne katıldığım bir TV programında bir konuşmacı, düşünür ve sanatçıların “kendi içlerine kıvrıldıklarından” dem vurarak, “asıl olması gereken yerde yani şu an bu tartışmada yoklar… bütün alanlar Yapay Zekâya terk edildi” demişti. Böyle bir suçlama sizce yerinde midir?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler” eserindeki 11. tez, yani filozofların bugüne kadar dünyayı yorumladıkları, önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğu tezinde, katıldığım yönler var, katılmadığım yönler var.

Ekonomik temelin ve üretim biçimlerinin üstyapı üzerindeki etkisi kavranmadan, pratik alanda devrimci bir değişimin gerçekleşemeyeceği doğru. Ancak toplumsal hareketlerin tek bir nedeni yoktur, çoklu nedenler vardır. Ekonomik üretim biçimleriyle birlikte başka nedenler de kavranmalıdır. Ekonomik, siyasi, psikolojik, genetik, biyolojik, sosyolojik vs tüm nedenler dikkate alınmalıdır ve tüm bunlarla birlikte felsefe tarihindeki filozofların düşünceleri ve kuramları da dikkate alınmalıdır.

Felsefe tarihindeki tüm filozofların değişime farklı seviyelerde de olsa bir katkısı olmuştur. Ama Marx bizi, ekonomik temel konusunda bilinçlendirmiştir. “İnsanın en temel ihtiyaçlarıyla bağlantılı olan ekonomik gerçeklikten bağımsız olarak dünyayı değiştiremezsiniz” demek istemiştir. Bu konuda haklıdır. Ama ifadesi biraz abartılıdır, ekonomiye indirgemeci bir yaklaşım içermektedir.

Yapay zekâ ve robotoloji konusuna gelecek olursak, ülkemizde bana göre doğru dürüst aydın kalmadı; sayıları çok az… Sadece geniş halk kitleleri değil, aydın olarak geçinen şarlatanlar da edilgenleştiler, bozuk düzene teslim oldular, satın alındılar, yüzeyselleştiler, derinliklerini kaybettiler, şablonların içinde kısırlaştılar ve robotlara döndüler. Yani insanlığın aslında yapay zekâya ve robotlara ihtiyacı yok, çünkü kendisini aydın sanan insanlar zaten yapay zekâ sahibi robotlara dönüşmüş haldeler.

Amerikalı Marksist David Harvey bugünkü teknolojik gelişmelerde insanlığı anbean denetleme ve sınıfsal tahakküm tehdidinin varlığını vurguluyor. Bu tehdidi özellikle 5G ve Yapay Zekâ (YZ) teknolojilerinin daha da güçlendirdiği yönünde bilim adamlarının kaygılarını paylaşıyor musunuz? Bu durumda teknolojinin doğaya ve insan doğasına verdiği zararları tartışıp yargılayan uluslararası bir örgütlenme olanaklı mı? Bertrand Russel, ABD’nin Vietnam’a saldırısı üzerine aydınlardan oluşan “Savaş Suçları Mahkemesi” kurmuş, mahkeme heyetinde Mehmet Ali Aybar da yer almıştı. Bugün bu anlamda bir girişim sizce ne kadar mümkün görünüyor?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Dediğim gibi, insanlar zaten robotlaşmış, Nietzsche’nin deyişiyle kendi değerlerini kendi yaratan özgür ruhlar olmaktan çıkmışlar, sürü zihniyetinin bir parçası olmuşlar. Ama ruhsal robotlaşmaya ek olarak teknolojik robotlaşma ve yapay zekâ da bana göre önemli bir tehlike oluşturmaktadır.

Bunun birinci tehlikesi, bu teknolojinin yanlış insanların, ahlaksız ve erdemsiz insanların eline geçmesidir. Aynen nükleer enerji, savunma sanayii veya genel olarak sanayi ve diğer teknolojilerde söz konusu olduğu gibi…

İkinci tehlike, yapay zekânın ve robotların gerçek insanların emek gücünün bir alternatifi olarak ortaya sürülmesidir. Kapitalist paradigmada bu büyük bir felakete yol açar, kitlesel çapta büyük bir işsizliğe yol açar. İnsanların yerine robotları işe aldığınızda o insanlara ömür boyu makul bir maaş bağlarsanız bu sistem belli bir ölçüde yürüyebilir, ama bu da apayrı bir ekonomik model gerektirir.

Böyle bir model geliştirmeden işgücünde kapsamlı bir robotlaşmaya gidilemez, böyle bir sistemi geliştiren bir yönetim bir daha seçilemez ve iktidar olamaz, çok partili serbest seçimli ülkelerde bu olanaklı olmaz; teknolojide gelişmiş olan ve yapay zekâ ve robotoloji konusunda ilerleme sağlayan ülkelerin çoğu da çok partili serbest seçimli ülkelerdir; yani, Almanya, Fransa, Britanya, Japonya, ABD, Kanada vs. gibi ülkelerdir.

Bunun istisnaları Çin ve Rusya olabilir, ancak Çin’de de iktidarda olan Komünist Parti’dir; orada da o partinin ideolojisi insanları işsiz bırakmaya izin vermez. Rusya’da da iyi kötü, yarım yamalak da olsa, çok partili ve seçimli bir sistem var; ayrıca oradaki seçim sistemi tam olarak işlemese bile, onlarca milyon insanı işten atıp yerine robotları koyarsanız ve bu insanlara da ayda en az 2000 dolar maaş bağlamazsanız, o insanlar isyan ederler ve belki de ikinci bir devrim yaparlar.

Yani o işler o kadar kolay işler değil. 8 milyar insanı yok edemeyeceğinize göre, onların yerine robotları koymak da o kadar kolay olmayacaktır. Belli ve sınırlı bir ölçüde olabilir, ama kapsamlı bir biçimde olmaz. “Yakında tüm dünya tamamıyla yapay zekâya ve robot işgücüne geçecek” söylemleri bana göre abartılıdır ve toplumsal, siyasal gerçeklerden kopuk, apokaliptik komplo teorilerine dayanmaktadır.

Onun dışında teknolojinin başka sorunları da vardır. Teknolojinin insana ve doğaya zarar vermesi gibi… İnsanın teknolojinin esiri olması gibi… Teknolojinin iyi amaçların araçları olmaktan çıkıp bir amaç haline dönüşmesi gibi… Teknolojinin insanın yaratıcılığını kısırlaştırması gibi…

Sonuçta her şey antik Yunan filozoflarının dediklerine dayanıyor. “Telos”, yani yaşamın amacı, nedir? Önce onu belirlemek lazım. Yaşamın amacı iyi bir ruha sahip olmak, yani “eudaimonia” ise ve bu da erdemli olmakla ve belli değerlere sahip olmakla olanaklıysa, bu erdemleri ve değerleri belirlememiz gerekir.

Bu erdemlerin ve değerlerin başında adalet gelir. Adalete dayanmayan bir teknoloji insanlığın kendi kendini yok etmesine dönüşür. En büyük tehlike budur. Bu nedenle felsefe ve özel olarak etik ve bu alanda bir eğitim, teknolojiden, inovasyondan daha önemlidir. Tekno-kafaların anlamadığı budur. Teknolojiyle atom bombası da yapabilirsiniz, kansere tedavi de bulabilirsiniz. Birinci öncelik iyi insan olmaktır. İnsana, topluma ve doğaya zarar vermeyen iyi insanları yetiştirmek gerekir öncelikle.

Üçüncü binyılda insanlığı teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’a sokma çabasındaki küresel oligarşiyi –teknolojik ve ekonomik gelişmede önderliği yakalamasıyla– Çin’in durdurabileceği (David Harvey) görüşüne katılıyor musunuz? 5G ve YZ teknolojilerine karşı kitlesel gösterilerin başladığı aşamada Kovid – 19 salgınıyla girilen sürecin sonunda insanlık için nasıl bir gelecek tasarımı öngörüyorsunuz?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Teknolojik donanımlı oligarşik yapıları, yani bugünkü kapitalistleri, Çin durdurabilir mi, ondan emin değilim. Belki sınırlı bir ölçüde frenleyebilir. Çünkü Çin de bu kapitalist oyunun bir parçası… Eski Çin veya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı halâ var olsaydı, kapitalizmin karşısında bir denge kurulabilirdi. Ancak onlar da kendi içlerinde başka sorunlar yaşadıkları için ve varlıklarını sürdüremedikleri için, tek kutuplu kapitalist bir modelin mutlak hükümdarlığı altında ezilir bir hale geldik.

Bana göre Çin’e veya Rusya’ya umut bağlamak boş bir çaba… Yepyeni bir dünya kurmak lazım. Bunun için de hem ruhsal, hem felsefi, hem siyasi, hem  ekonomik, hem sosyal, hem de kültürel bir devrim gereklidir.

Gerçi az önce değindiniz ama, insanlığın bir kısır döngüden çıkabilmesi adına, üretici güçlerle üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkiler arasındaki diyalektik etkileşimin nasıl ilerlediği konusunu biraz açmanızı istesem… Şöyle ki, Marx’ın bu etkileşimde belirleyici ağırlığı, içinde insanın da yer aldığı üretici güçlere verdiği biliniyor. Küresel oligarşi, son yüz yıllık çalışmalarıyla, üretici güçleri tasarlama aşamasına gelerek hem araçları hem insanı hem de geleceği belirleme gücü, başka deyişle bütün boyutları ve bileşenleriyle yaşamı programlama becerisi kazandı. Bu; sizin de aydınlanma ve Marx yorumlarında vurguladığınız “insanın her türlü baskı ve yabancılaşma etkisinden sürekli özgürleşmesi” umut ve çabalarını tersine çevirmeyecek mi? İnsanı doğa ve egemen sınıf karşısında özgürleştirmesi umulan teknoloji, emeğe yeni tip kölelik biçimleri mi getirecek –ya da ne olabilir?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Bu soruyu kısmen de olsa yukarıda yanıtladığımı düşünüyorum. Ama birkaç şey daha eklemek ve konuyu toparlamak gerekirse, dünyanın başında iki büyük bela vardır: Birincisi kapitalizmdir, ötekisi de dindir. Bunların ikisi de insanın yabancılaşmasının temel nedenleridir. Bunu anlamak için Platon, Aristoteles, Epikuros, Hume, Marx ve Nietzsche gibi filozofların metinlerini okuyup özümsemek gerekir. Kapitalizmi, güncel koşullardan dolayı sosyalizme doğrudan geçilememesi durumunda, ilk aşamada sosyal demokrasi ile frenlemek, nihai aşamada da sosyalizm ile ortadan kaldırmak ana hedef olmalıdır.

Din sorununu ise laiklik ilkesi çözer. Laikliğin olduğu yerde dindarlık kişinin kendi sorununa dönüşür, ama laikliğin olmadığı yerde, teokrasinin olduğu yerde, din toplumun sorunu haline dönüşür ve dinci, teokratik bir diktatörlük oluşur. Bu nedenle laiklik çok önemlidir. Laiklik ilkesinin geçerli olduğu bir ülkede, yani teokrasinin yıkıldığı bir ülkede, dinin, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanları üzerinde egemenlik kurması ve bu alanlara müdahale etmesi önlenir, dine bir sınır çekilir, bu koşulla, dindar olmayı seçen vatandaşların dini inanç ve ibadet özgürlüğü ve dinsiz olmayı seçen vatandaşların düşünceleri ve yaşam biçimleri, güvence altına alınır. Laiklik ilkesinin olduğu yerde devletin dini olmaz, vatandaşın kendi özgür iradesine göre dini olur veya dini olmaz.

Varlığı epistemolojik ve ontolojik açıdan tartışma konusu olan bir “Tanrı”yı koskoca bir toplum ve devlet modelinin temeli haline getirmek, insanlığın en büyük saçmalıklarından birisidir. Bu orta çağ saçmalığına son vermek her aydının en önemli sorumluluklarından birisidir.

Öncelikle anlaşılması gereken şey şudur: Ahlak ve erdem ile din arasında zorunlu bir bağlantı yoktur. Ahlak ve erdem dinin tekelinde değildir, ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir. İnsanlığın ve uygarlığın gelişmesi, Tanrı düşüncesini kurgulamasıyla değil, ahlaklı ve erdemli olmasıyla olanaklıdır. Öncelik ahlaklı ve erdemli olmaktır, iyi bir insan olmaktır. Bu sağlandıktan sonra, insanlığın ve uygarlığın daha fazla gelişmesi için yapılması gerekense felsefede, bilimde, sanatta, siyasette ilerleme sağlamaktır. Teokratik yapılanmalarda, felsefe, bilim, sanat, siyaset gelişmez, dinin hizmetine girer.

İnsan, Tanrı kurgusuyla, insan olmaktan uzaklaşır, insana, dünyaya, yaşama yabancılaşır. Nietzsche’nin söylediği gibi, yaşamı ve dünyevi olanı, öte dünyacılıkla, dinle, imanla, Tanrı kurgusuyla değillemek, nihilizmdir, bir çöküşün ve yozlaşmanın işaretidir. Acılarıyla, hazlarıyla, mutluluklarıyla, mutsuzluklarıyla yaşamı olumlamak, sürü zihniyetinin bir parçası olmaktansa, kendi değerlerini kendisi yaratan özgür bir ruh olmak, insanın gelişmesinin yolunu açar. Felsefe ve bilim insanı özgürleştirir, din ise köleleştirir.

Marx’a göre de din halkın afyonudur, uyuşturucusudur; din hayali bir mutluluk vaadi içerir, o mutluluk vaadi bir yanılsamaya dayanır, sömürünün nedenlerini ortaya koyamaz, dolayısıyla sömürü sorununu çözemez, mutluluğu öte dünyaya erteler, metafizik bir yaklaşımla sömürü düzeninin bu dünyada devam etmesini sağlar. Elbette Marx’a göre öncelik kapitalizm sorununu çözmektir, çünkü o sorun çözülürse, din adlı uyuşturucuya da gereksinim kalmayacaktır. Ama bu bakış açısı bile, feodalizm ve kapitalizm gibi sınıflı topluma dayalı sömürü düzenleriyle dinlerin birbirlerini nasıl beslediklerini ve onların nasıl bağdaştıklarını göstermektedir.

Postmodern felsefe

Postmodernizmle birlikte felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluk duygusunu yaygın olarak yitirdiği eleştirisini yerinde buluyor musunuz? Bugün insanın yok oluş sürecine sokulduğu bir dünyada sanatçı ve düşünürler ne yapmalıdır?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Post-modernizm bir şarlatanlıktır, bir zırvalıktır. Ciddiye bile alınacak bir şey değildir. Yaşayan en önemli filozoflardan birisi olan Noam Chomsky’nin post-modernizm üzerine söylediklerini özellikle herkese öneririm.

Nietzsche, imanın doğruyu istememek olduğunu söyler ve felsefedeki rasyonalist metafizik kuramlarla birlikte, tektanrıcı dinleri de çok sert biçimde eleştirir. Bunu post-modernistler nedense hep atlar. Post-modernizm, doğruluk ve gerçeklik kavramlarını hedefe koyarak imana hizmet etmektedir. Post-modernizm Sokrates’i bir kere daha ölüme mahkûm etmiştir.

Felsefe ise, genel olarak bakacak olursak, post-modernizme hizmet etmez. Aslında post-modern felsefeci var mı, ondan da emin değilim. O etiketi kullanan Lyotard felsefeci değildir. Deleuze, Derrida, Foucault gibi felsefeye kısmen bulaşmış olan kişiler daha çok post-yapısalcı olarak adlandırılır, ama onları post-modernist olarak nitelendirenler de vardır.

Feyerabend, bilimin ne olduğunu bilmeden ahkâm kesen birisidir, bilim felsefesinde de hiçbir zaman Carnap, Popper, Kuhn, Lakatos gibi kişiler kadar donanımlı değildir.

Heidegger büyük bir skandaldır, şişirilmiş bir balondur. Varlık felsefesinde bazı önemli açılımları vardır, ama onların da zaten daha önceden Herakleitos, Aristoteles, Augustinus, Nietzsche, Kierkegaard, Jaspers gibi filozoflarda öncülleri vardır; ayrıca Sartre, Heidegger’i bu alanda aşmıştır. Heidegger, bilimden, bilimsel gelişmelerden ve birçok felsefi gelişmeden habersiz bir biçimde, bilim ve felsefe hakkında sık sık zırvalayan kişilerden birisidir. Ayrıca tüm bunlara ek olarak tescilli bir sosyalizm ve komünizm düşmanıdır. Bilim düşmanıdır. Çok ciddi Nazi bağlantıları olan birisidir.

Ama sonuçta 20. yüzyılda Russell, Sartre, Jaspers, Carnap, Schlick, Popper, Wittgenstein, Chomsky gibi farklı görüşlere sahip ve her birisi aklı başında birçok filozof da vardır. Ayrıca felsefenin temel taşlarını ve klasiklerini de unutmamak gerekir. Yani Platon, Aristoteles, Epikuros, Descartes, Leibniz, Spinoza, Bacon, Hobbes, Locke, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche gibi filozoflar… Benim önerim öncelikle bunların okunup incelenmesidir.

Sanat konusuna gelecek olursak, o alanda bu bağlamda nelerin olup bittiğini çok fazla bilmiyorum, bilmediğim konuda da bir söz söylemek istemem.

–Elbette kötümserlikle bir aşama kaydedilmez. Ama yaşadığımız dünyada iyimserlik de çok güç izlenebilecek bir tavır… Siz ne öneriyorsunuz?

ÖRSAN K. ÖYMEN – Önerim bireysel bir mutluluk peşinde koşmadan umutlu olmaktır. Özgürlük ve toplum için mücadele veren insan bireysel yaşamında mutlu olamaz. Bireysel yaşantımızda mutlu olmak takıntısını bir kenara bırakıp, bencil olmayı bir kenara bırakıp, toplumsal bağlamda yabancılaşmadan kurtulmak ve özgürlük doğrultusunda örgütlenmek ve mücadele etmek gerekir. Yaşamı anlamlı kılan budur. Gerisi hikâyedir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Güncel

En çok okunanlar