İnsan yok oluşa mı sürükleniyor? İnsanlık son bunalımı nasıl aşacak? ÇIKIŞ NEREDE – X

Bizi Takip Edin

Bizi Takip Edin

spot_imgspot_img

SANATÇI VE AYDINLARA ORTAK SORULAR

1. Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği savını haklı buluyor musunuz?

2. Amerikalı Marksist David Harvey bugünkü teknolojik gelişmelerde insanlığı anbean denetleme ve sınıfsal tahakküm tehdidinin varlığını vurguluyor. Bu tehdidi özellikle 5G ve Yapay Zekâ (YZ) teknolojilerinin daha da güçlendirdiği yönünde bilim adamlarının kaygılarını paylaşıyor musunuz?

3. Üçüncü binyılda insanlığı teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’a sokma çabasındaki küresel oligarşiyi –teknolojik ve ekonomik gelişmede önderliği yakalamasıyla– Çin’in durdurabileceği (David Harvey) görüşüne katılıyor musunuz? 5G ve YZ teknolojilerine karşı kitlesel gösterilerin başladığı aşamada Kovid – 19 salgınıyla girilen sürecin sonunda insanlık için nasıl bir gelecek tasarımı öngörüyorsunuz?

4. Postmodernizmle birlikte felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluk duygusunu yaygın olarak yitirdiği eleştirisini yerinde buluyor musunuz? Bugün insanın yok oluş sürecine sokulduğu bir dünyada sanatçı ve düşünürler ne yapmalıdır?

 

FETHİ DEMİR / Küresel tehdide karşı birleştirici söylem

Öncelikle insanlığın ve dolayısıyla edebiyatın, kültürün, sanatın gerçeklikten ve daha da vahimi hakikatten bu kadar koptuğu bir dönemde; simülasyonun, yanılsamanın ve sanallığın insanî olanı tüm yönleriyle sömürdüğünü söyleyebiliriz. “Tüketiyorum, o hâlde varım”  mottosunun yegâne varoluş kaygısı hâline geldiği, trajikomik biçimde ise sadece bir sonraki tüketim manipülasyonuna kadar insomnia hapı gibi insana kısa devre yaptıran, beş dakikalığına hayatı askıya almasını sağlayan palyatif çözümlerden başka bir şey değil edebiyattan, sanattan ve kültürden beklenen! İş bu raddeye varınca insan yok oluşa mı sürükleniyor, sorusu daha da anlam kazanıyor… Evet, insan yok oluşa sürükleniyor ve üstelik durumun vahametinin de çok bilincinde değil! Aksine hormonlu önermelerle sürekli dumur edilen beynine kazınan asparagas umutlu gelecek tahayyüllerine de inandırılarak yapılıyor bu iş!

1. Bu durumun bir sav olmaktan da öteye geçerek içinde yaşadığımız atmosferi betimleyen temel nosyon hâline geldiğini düşünüyorum. Neredeyse insanlık tarihinin son yüzyılındaki tüm musibetlerin, felaketlerin, vahşetlerin müsebbibi olarak sosyalizm gösterildi. Ya da kapitalizmin getirdiği müreffeh hayata (!) ayak direyen insandan, doğadan, vicdandan yana tavır alanların ne kadar geri kafalı olduğundan dem vuruldu. Hatta bugün bile kokusu bu kadar çıkmışken kapitalizmi eleştirmeye yönelik birkaç laf etmenin “modası geçmiş basmakalıp zırvalar” olarak görüldüğü gün gibi ortada. Ama öte yandan yaşamın her alanına sirayet eden bu çark; yeryüzünü küresel bir pazara, insanlığı müşteriye, cümle varidatı da kredilendirip taksitlendirerek alınıp satılan ticari bir metaya dönüştürdü. Güya insanlık büyük bir bolluk, bereket ve refah çağına ulaşmıştı; herkes, “kümesteki tilkinin özgürlüğü kadar” hürdü ve canı ne çekiyorsa yapabilirdi (Elbette parası yettiği kadar!). Çünkü tüm engeller bertaraf edilmiş, Doğu bloku dağılmış, Sovyet tehdidi tarihin çöp sepetine gönderilmiş ve nihayet küresel kapitalizmin dünyada girmediği yer kalmamıştı. Fakat tüm bu sınırsız ve kesin galibiyetin (!) insanlığa vahşetten başka bir şey getirmediği de ortada. Bugün dünya üzerindeki insanların ezici bir çoğunluğunun –özellikle son 50 – 60 yıldır– daha mutsuz, daha karamsar, daha kötü bir yaşam sürdüğünü söylemeye gerek bile yok (Ne yazık ki bu mutsuzluk katsayısı gün geçtikçe artmakta…). Yine savaşların, katliamların, salgınların, adaletsizliklerin, ekonomik ve ekolojik sorunların gölgesinde bir yeryüzü felaketine doğru adım adım ilerlendiği de malumun ilamı! Böyle giderse kapitalizmin nihai zaferi, “tarihin sonunu” değil ama dünyanın sonunu getirecek gibi görünüyor. Benzer şeyler edebiyat ve sanat dünyası için de geçerli. Son yarım yüzyıla kadar yazılan ütopyaların, “yârin yanağından gayri her şeyin ortak olacağı dünyaların”, “çok uzakta bir yerler var, oralarda mutluluk var”, “o belde durur menatık-ı dûşize-i tahayyülde” gibi imgelerin yerini distopyalar aldı. Artık insanların fabrikalarda seri biçimde üretildiği, yaşamın her anının dijital platformlarda programlandığı, körlüğün salgın bir hastalık gibi yayıldığı, tüm dertlerin laboratuvar ortamında üretilen ilaçlarla teskin edildiği, çevreden, insandan, doğadan ve bellekten azade mutasyona uğratılmış robotik canlıların cirit attığı bir edebiyat ve sanat dünyası var. Elbette distopyayı üretenlerin temel kaygısı, “Allah beterinden saklasın!, İşler daha da kötüye gitmesin.” temennisinden başka bir şey değil! Demek ki kapitalizmin doğayı, insanı bozması ve dönüşü olmayan bir yola sürüklemesi bir sav olmanın ötesinde; acilen geri dönülmesi gereken bir uçuruma dönüşmüş durumda. Bu noktada, konuya denk düştüğünü düşündüğüm bir şiirimi iliştiriyorum, naçizane:

               PARODİK POST-POLİTİK

               İç gıcıklayıcı hedonizmlerin hinterlandından getirilmiş yalınkat,

               Egzotik bir simülasyondur bu hayat…!

               Heyhat! Herkesin vakti çok, koşup havalı şeyleri faş etmek için.

               Acele et, sen de beş dakikalığına medyatik geçin!

               İnce şeylerin kadını yahut menatık-ı dûşize-i tahayyüle meftun adam,

               Hiyeroglif tadında bir lisan-ı hafîdir yahut nostaljik bir melodram.

 

               Acele et, taksitlerini yeniden yapılandırdığın varoluşunun inşası için.

               Zira afilidir, kapsama alanı yüzde yüzlere vuran raconu bu âlemin.

               Korkma, atıl ileri! Global mevsimlerin membasından şarj et!

               Bir alana bir bedavadır vicdan, yanında elli gram aşk paket!

 

               Yatıştır hamaseti, feri kaçmış gözlerle seyret kızıl havaları,

               Büyüyünce zaten herkes sana acılar alır, dinleme mavalları.

               Hiyeroglif tadında bir lisan-ı hafidir yahut nostaljik bir melodram.

               Bilemez onu; ne facebook, ne twetter ne de instagram.

 

               Orada her gece organik bir mehtap olur, her seher açık saman sarısı…

               Elbette özlem kırmızısı ve bir ütopyanın öte yarısı…

               Peri masalıdır ki şahlanmış atların terkisinden ufka bakarsın divane divane,

               Ömrünün en gizemli, en gerçek masalına, kalırsın bigâne!

 

               Ömrünün en gizemli, en gerçek masalına, kalınca bigâne!

               Masalları bırakıp, “kirlenmek güzeldir’i” seçersin.

               Kampanyadan aldığın küçük kentsoylu kimliğinin arkasına geçersin!

               Bundan geri, erozyona uğramış kıraç topraksın,

               Hipergerçek çağının karnavalesk listesinde sayılırsın.

               Lakin anca düşlerde kalır o hikâyat-ı şahane:

 

               Masallarla tutuşturulur gecenin tüm renkleri,

               Kırılır o vakit, yaşamın göğsündeki namahrem eli!

2. Elbette tüm bu kaygıları paylaşıyorum. Hatta teknolojinin belirli bir egemen kliğin elinde Demokles’in kılıcı gibi toplumları hizaya sokmak için sallandırılacak bir araca dönüşmeye başladığına da inanıyorum. Nitekim Albert Einstein’ın atom bombası meselesinde yaşadığı pişmanlığın benzerini pek çok bilim insanı da yaşıyor bence. Çünkü insanlığın yararına üretildiği varsayılan teknolojik / bilimsel gelişmelerin belirli güç ve çıkar gruplarının elinde toplumu denetleme ve sınıfsal tahakküm aracı hâline gelmesi de geleceğe dair yapılan projeksiyonlarda öne çıkan bir mesele. Bugün topluma ve hayata karşı sorumluluğunun bilincinde olan edebiyatın, sinemanın, sanatın dikkatini çektiği başlıca temalardan biri de bu ayrıca. Birçok bilim kurgu, fantezi ya da distopya içerikli eserde; bilimi kontrol eden, robotlarla iş birliği ederek diğer insanları köleleştiren, egemenliği altına alan ezoterik yapılardan, gizli organizasyonlardan söz ediliyor. Elbette tüm bu kaygıların sadece günümüze dair olmadığını, Adorno’nun ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’nde belirttikleri gibi, Batı kapitalizmin felsefî köklerini oluşturan aydınlanmacı düşüncenin ruhunda öteden beri mündemiç olduğunu düşünüyorum.

3. İnsan hâlâ acı çekebiliyorsa umut da var demektir. Fakat bu küresel çılgınlığı tek başına bir ülkenin durduracağına yönelik yaklaşımları eksik bulduğumu da belirtmeliyim. Eğer sorun küreselse çözüm de evrensel olmalıdır bence. Bu bağlamda insanlığın ortak evrensel vicdanını, ahlaki, kültürel ve tarihî birikimini harekete geçirecek; ulusal, sınıfsal, etnik ve dinî bölünmüşlüğün ötesine geçecek bir bakış açısına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Bu noktada aydınların, sanatçıların, entelektüellerin küresel tehdide karşı daha kapsayıcı, daha kucaklayıcı ve daha birleştirici bir karşı söylem üretmeleri lazım. Zira bugüne kadar söylenenlerin bu küresel vahşeti yeterince durduramadığı ortada. O hâlde Çin’den Maçin’e, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Uzakdoğu’dan Afrika’ya, Kıta Avrupa’sından Anadolu’ya, Nil Havzası’ndan Hindistan’a, Sibirya steplerinden Meksika sınırına ve elbette daha fazlasına uzanacak bir yeni bir “vicdanî duruşa” ihtiyaç var. Nitekim bu toprakların vicdanını temsil eden Mevlana’nın çağları delen dizelerinde dediği gibi:

               Her gün bir yerden göçmek ne iyi

               Her gün bir yere konmak ne güzel/

               Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

               Dünle beraber gitti cancağızım

               Ne kadar söz varsa düne ait

               Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Coronavirüs konusuna gelince… Bu meşum illet, sadece bedenimizi değil, aynı zamanda ruhumuzu da ele geçirerek, trajedisini tüm insanlığın üzerinde estirerek geçip gidiyor. Elbette geçip gidecek, şu ölümlü dünyada benzerleri gibi o da tarih kitaplarındaki yerini alacak. Veba, humma, boğmaca, çiçek, trahom, sars, mers, gribin envaı türlüsü gibi bizden sonraki kuşaklar için filmlerde, romanlarda, hikâyelerde, tıp envanterlerinde, tarih sınavlarında hatırlanacak. İnsanoğlu yaşadığı dünyanın geçiciliğini, doğayı, insanı, cümle börtü böceği heder etmenin absürtlüğünü birbirine hatırlatmak için 2020’deki Coronavirüs günlerini örnek verecek. Dünyada kârın, rantın, hırsın değil; insanca, kardeşçe, dostça yaşayabilmenin önemini daha yavaş, daha hissederek, kirletmeden, bozmadan, örselemeden “ince şeyleri düşünmeye vakit bularak” ve elbette paylaşarak varolmanın erdemini vakti zamanında Coronavirüs derler, elemi meşhur bir musibet varmış deyip yâd edecek… Neticede insanlık, tarih boyunca nice savaşlar, kıtlıklar, yokluklar, baskılar arasında yolunu bir biçimde buldu; sanatın, bilimin, dayanışmanın ve vicdanın rehberliğinde bugünlere vardı, bu sıkıntılı süreci de atlatacak. Sonrasında geriye dönüp Corona günlerinin romanını, şiirini, filmini, resmini, şarkısını, dramını, trajedisini, komedisini yani ezcümle envaiçeşit hâllerini envaiçeşit türde betimleyecek. Edebiyatın, sanatın, bilimin yarına kalacağı kesin de, iş o ki, insan da geleceğe daha da insanlaşarak kalsın. Umut romanının açılışında André Malraux’nun bahsettiği “yeryüzünün en korkunç canlısı” olmaktan yakasını kurtarabilsin. Bu konuda da naçizane şunu önerebilirim. Mesela tam da bu Corona günlerinin tüm insanlığın üzerine bir kâbus gibi çöktüğü zamanlarda tüm dünyada aynı anda kutlanacak / anılacak / anlaşılacak ortak bir bayram / festival / anma etkinliği organize edilebilir mi? Tüm dinlerin, dillerin, sınıfların, ideolojilerin, yaşam tarzlarının ötesinde herkesin kendi meşrebince ve mezhebince varolacağı ama gayrısını da ötekileştirmeyeceği / yargılamayacağı bir organizasyon, ortak bir bellek ve vicdan oluşturmanın ilk adımı olabilir.

4. Postmodernizm, modern sonrası dönemde gelişen ve sadece sanatı değil, yaşamın her alanını etkileyen bir akımdır. İlk kez 1870’lerde İngiliz ressam ve sanat eleştirmeni Watkins Chapman tarafından kullanılır. Chapman tarafından izlenimci sanat akımından daha modern ve avangart resimleri nitelendirmek için kullanılan postmodern kavramı, süreç içerisinde resim başta olmak üzere öteki sanat dallarını etkileyen bir fenomen hâline gelir. Küresel kapitalist çağın “kültürel mantığı” olan postmodernizm, modernizmin devamı olarak değerlendirildiği gibi, süreç içerisinde modernizmi aşan, hattâ ona karşı olduğu iddia edilen, kendine özgü özelliklere sahip bir akım biçiminde değerlendirilir. Esas itibarıyle postmodernizm tartışmalarının kökeni 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren modern düşüncenin temelini oluşturan pozitivizme inancın sarsılmasına dayanır. Einstein’ın “görecelik” kuramı, Boutroux’un “Doğa Yasalarının Olumsallığı” adlı eserinde doğa yasalarının bir yanılsama olduğunu ileri sürmesi, Bergson’un sezgicilik üzerine çalışmalarıyla bilimsel düşünceye ilişkin şüphelerini dile getirerek Kant’ın formalist entelektüalizmine karşı çıkması; kıta Avrupa’sında pozitivizme, akla, bilime dayanan düşünce biçiminin artık sarsılmaya başladığını gösterir. Bu bağlamda postmodernizmin, belirli aralıklarla bilim, sanat, felsefe ve siyaset alanında kullanılmasına rağmen moderniteye karşı bir anlam kazanması 20. yüzyılın ikinci yarısına tekabül eder. Zira gerçek anlamda postmodernist bir akımdan bahsetmek için 20. yüzyılın ortaları milat kabul edilir. Birçok kuramcıya göre ise II. Dünya Savaşı bir paradigma kırılması yaratır. Bu dönemde Batı dünyasının I. Dünya Savaşı’nda sarsıntıya uğrayan değer yargıları yıkılır ve postmodernizm; toplumsal yapıdaki bu altüst oluşun yarattığı siyasi, düşünsel, kültürel ve ekonomik ortamda gelişir. Bu değişimin altyapısını oluşturan siyasî, sosyal ve ekonomik şartlar ise yüzyılın başından itibaren olgunlaşmaya başlamıştır. Örneğin, 1917 yılında Alman Rudolf Pannwitz, modern Avrupa kültüründe nihilizm ve çöküşün; milliyetçi, militarist ve seçkinci değerleri ön plana çıkaran postmodern insanlar yarattığını öne sürer, postmodern kavramının Avrupa uygarlığından kesin bir kopuş olduğunu dile getirir. Ortaçağ’ın din merkezli insanlık düşüncesinin yanı sıra Aydınlanma Dönemi’nin akıl merkezli düşünme biçimleri postmodernizm tarafından sorunsallaştırılır. Postmodern edebiyat da küreselleşmenin yarattığı bu karnavalesk ortamdan doğar. İdeolojilere sarsılan inancın, sosyal ve siyasi yaşamda öne çıkan etnik, mezhepsel ve bölgesel kimliklerin, tüketimi özendiren reklam ve medya dünyasının, her türlü bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi anında dolaşıma sokabilen bilişim ve iletişim teknolojisinin şekillendirdiği bireyin yaşamına projektör tutar. Bu bağlamda postmodern anlatı tekniklerini kullanan yazar, çokkatmanlı, çokkültürlü, metinlerarası ilişkilere yaslanan, üstkurmaca bir düzlemde hayat bulduğu için oyunsuluk eğilimi taşıyan bireyi anlatır. Her türlü sosyolojik, psikolojik ve kültürel kodla bağı çözülmüş, farklı yüzyıllardan, kültürlerden ve eğilimlerden beslenen postmodern edebiyatın kişisi, tüm anlatı unsurlarını bir malzeme olarak algılayan yazarın kendi hayal dünyasında özgürce kurduğu oyunsu kombinasyonlarından sadece birisidir.

Kendini bir oyunun ortasında bulan insanlığın esas gerçekliği, oyunsu postmodern atmosferin çok ötesindedir. Postmodernizmin yarattığı simülasyonu aşacak önermelerde bulunmak elzemdir, kanımca. Ama öte yandan tüpten çıkan macunu tekrar yerine koymanın imkânsızlığı gibi postmodernizmin ürettiği eklektik, karnavalesk, çok kimlikli ve çok kültürlü yapıyı da ayakları üzerine oturtup küresel kapitalizmin bir rant ve tahakküm aracı olmaktan kurtarmak gerekir. Yukarıda da belirttiğim gibi, kapitalizmi geriletmek için yüzyıllardır ortaya konan tezlerin yaşamın her alanında olduğu gibi kültür, sanat ve edebiyat dünyasında yeterince etkili olamadığı aşikâr…

Yeni bir diskur geliştirmek yeni bir bakış açısı ve nosyon üretmek lazım. Yine kapitalizmin amacına hizmet ettiği varsayılıp jakoben bir tavırla dudak bükülen, hor görülen, küçümsenen popüler kültürün, edebiyatın ve sanatın hepsi birbirine benzeyen ürünlerden oluşan seri üretilmiş anlamsız yığınlar olmadığı unutulmamalıdır. Bugünü anlamanın en etkili yollarından biri de postmodernizmin domine ettiği bu popüler kültür ürünlerini iyi analiz etmekten;  bu eserlerin örtük yapılarını çözümlemekten, sosyolojik, politik ve ekonomik arka planlarını açığa çıkarmaktan geçer. Son tahlilde insanlığa alternatif bir paradigma önerilecekse bunun yolu radikal bir öz eleştiriyle ve insanlığın dününü ve bugünü derinlemesine kavrayacak basiretli bir değerlendirmeyle mümkündür. Nitekim “Laleli’den dünyaya doğru giden tramvay” ancak bu ilkelerle hedefine ulaşabilir!

 

Doç Dr. LEVENT ÖZBEK / Belleksiz insanlık

1. Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği savını haklı buluyorum. Evet…

2. Yapay Zekâ tartışmalı bir kavram. Zekâ’nın bir tanımı yok. Beynin hangi bölgelerinin hangi davranışta nasıl bir tepki verdiği çeşitli ölçüm araçlarıyla ölçülüyor ve buna zekâ deniyor. Bu ölçümler çok sübjektif.  Akıl, zekâ, yaratıcılık vb. kavramlar çok tartışılan kavramlar… Hem Matematik, hem fizik, hem felsefe, hem de nörolojik bilimlerde üzerinde anlaşmaya varılmış konular değil. Yapay Zekâ kavramını İngiliz Matematikçi A. Turing ortaya atmış, Turing makinesi diye bir konudan bahsediyor. Turing testi diye de bir test önermiş. Bu konular yeni konular değil. Şimdi teknoloji ilerlediği için doğadan ve toplum yaşamından büyük miktarda veri toplanabiliyor. Bu, moda bir kavram… Matematikçiyim, doktoramı İstatistik alanında yaptım. Bilgisayar programcısı olarak bankada çalıştım. 25 yıla yakındır matematiksel modelleme ve simülasyon konularında çalışıp üretmeye çabalıyorum. Şimdi kendilerine yapay zekâcıyım diyenlerin duydukları konuları 20 sene önce çalıştım, bu konularda bilimsel makalelerim de var ama kendime yapay zekâ uzmanı demedim. Algoritma tasarımı, matematiksel modelleme, simülasyon dersleri de veriyorum, lisans ve lisansüstü düzeyde. Medya’da internet ortamında yapay zekâ uzmanı olarak kendini lanse edenlerin birçoğunun bu konularda teorik ya da deneysel çalışmalarına pek denk gelmedim. Şimdi birisinin adını yazdığınızda makalesi var mı yok mu kolayca görebiliyorsunuz. Makalesi varsa dergiye bakıyorsunuz, uyduruk bir dergi… Hiçbir indekse girmiyor, girse bile hiç atıf almamış. Bir sürü de paralı dergi var. 1000-1500 dolar veriyorsunuz, makaleniz yayımlanıyor. Şimdiki moda anlamda kullanılan yapay zekâ uyduruk bir kavram… Bak sizi izliyoruz ha, haberiniz olsun, bizim gözümüzden kurtulamazsınız vb gibi insanlarda korku duygusu yaratmak için dünya egemenlerinin bir söylemi… Abartmamak gerek. Bilgisayarda sadece program (kod, algoritma) yazarsınız, veri toplarsınız. Algoritmanız ne kadar gelişkin ve elinizdeki veri tabanı ne kadar genişse ona göre sonuçlar çıkarırsınız.

3. D. Harvey’in çalışmalarını incelemedim. Bu süreç, sermayenin el değiştirme biçimidir. Eskiden dünya savaşı (paylaşım savaşı) denirdi. Aşağıdaki rakamlar sermayenin nasıl el değiştirdiğini net bir şekilde açıklıyor:

Koronavirüs salgını döneminde dünyadaki milyarderlerin serveti yüzde 27,5 artış göstererek 10,2 trilyon dolara ulaştı. İsviçre bankası UBS’in hazırladığı rapora göre, 2017 sonunda 8,9 trilyon dolar ile zirveye ulaşan bu servet, 2020’de Nisan – Temmuz arası dönemde 10,2 trilyon dolar ile yeni zirveye ulaştı.
2017’de 2158 olan milyarder sayısı ise 2189’a ulaştı. Hilyard, “Süper zenginlerin daha da zenginleştiğini gösteren UBS raporu, kapitalizmin gerektiği şekilde işlemediğinin göstergesi” diye konuştu. Stadler da dünya çapında yüz milyonlarca insanın sıkıntı çektiği bir dönemde milyarderlerin servetinin bu kadar artmasının halkta öfkeye yol açabileceğini söyledi. Stadler daha önce de zenginlerle yoksullar arasındaki bu devasa eşitsizliğin küresel isyan tehlikesi barındırdığı uyarısında bulunmuştu*.

Eskiden ücretli kölelik denirdi. Şimdi borçlu kölelik devri. Sistem böyle işliyor tüm dünyada. Küresel borçlar 272 trilyon doları aşarak rekor kırdı (Kasım 2020 tarihli bloomberg.com haberi).

Virüs değil; bizi unutmak, bir şeyin peşine düşmemek öldürüyor! “Çin’de bir yarasa kanat çırptı, tüm dünyada kasırga oldu. Kaos teorisinde buna kelebek etkisi diyorlar.”
(8 Nisan 2019 tarihinde Facebook hesabımda paylaşmışım)

Virüs değil, bizi unutmak, bir şeyin peşine düşmemek öldürüyor! Dünyada kaç tane dolar milyarderi var?

Öncekileri saymıyorum, İzmir’deki depremi ne çabuk unuttuk değil mi? Yıkıntıların altından 2 bebek çıkarılmıştı, hepimiz hüngür hüngür ağlamıştık. Kaçımız adını hatırlıyoruz? Ayda’nın? Hani babası hastaneden çıkarken ayağında çorabı olmayan kızı. Akıbetleri ne oldu? Var mı bir bildiğimiz? Evi yıkılanlar, fizyolojik ve ruhsal olarak yaralananlara ne oldu? Sorumlular bulundu mu? Neden peşine düşmüyoruz?

Hepimiz sorumluyuz, o nedenle 2 gün ağlayıp günah çıkarttıktan sonra vicdanımız rahat bir şekilde yaşadığımız bok çukurunda debelenmeye devam ediyoruz. İşini kaybedenler, işsizler sıcak bir evi olmayan çocuklar ne yapıyor acaba?

Bilmem ne dizisi çıkmış da, şöyle de böyle de, çok güzelmiş, yok sanatsalmış falan da filan tahlillerden geçilmiyor ortalık. Tüm gazeteler haber siteleri bu dizinin reklamı ile dolu. Facebook’ta çıkan reklamı Facebook’a şikayet ettim. Dolandırıcı diye…

Bu gün önce Corona adıyla sonrasında Covid-19 diye adlandırılan virüs Çin’de çıktı denildi. 18 Kasım 2020 akşamki açıklanan rakamlara göre vaka / hasta (cases) sayısına göre Çin 64. sırada, toplam vaka sayısı 86.361, ölenlerin sayısı 4634, yeni vaka sayısı 15. Hani birileri Çin’i batıracaktı, özellikle bilerek çıkarmışlardı vs vs. Tonlarca komplo teorisi duyduk. Hepsini unutuverdik. Şimdi 1. sırada USA var. Toplam vaka sayısı: 11,688,428; ölüm 254,125; bugünkü vaka sayısı 149,978.

4. Yanıt:

(*) İsviçre bankası UBS küresel aile ofisi başkanı Josef Stadler’in açıklaması, BBC TÜRKÇE – 7 Ekim 2020.

 

SEÇKİN ZENGİN

Uygarlığın geri gelişsiz olarak yok olacağını düşünmüyorum. İnsanlık çıkış yolu bulacaktır. Neolitik çağdan itibaren insanlık sınıflı bir yapıya geçmiştir. Doğayla mücadele eden insanlık yerleşik yaşama geçmesi ile birlikte birikimli olarak bilimsel gelişmeler birbirini takip etti. İnsanlık açısından ileri bir adım gibi görünse de avcı-toplayıcı insanlarda görülmeyen bencilleşme meydana geldi. Paylaşımcılıktan mülkiyetin birinci derece önemli olduğu sınıflı yapı ortaya çıktı. Doğa, insanlar kapitalizmin tarafından hedef  olarak belirlendi. Bunu yaparken kârı maksimize etmek isteği egemen… Bu gelişmeler insanlığı bunalıma sürüklemektedir. Gelecekten umutluyum. İnsanlık bu durumdan çıkacaktır. Su akar yatağını bulur. İnsan edilgenlikten çıkarak, etkin ve özne kimliğini koyacaktır.

Nitekim Covid 19 salgını, insanlığı kendine getirecek gelişmeler üstüne insanın düşünmesini sağlamaktadır. İnsanların ben kimim sorusunu sıkça sorduğu bir dönem oldu. Göreceli olarak gelişmişlik düzeyi hastalığı bitirmeye yetmedi. Ne kadar gelişmiş olursa olsun olsun bütün dünya salgının etkisine girdi. Salgın hepimizi sıfırladı. Teknoloji evimize kadar girecek. İşlerimizi evlerden yapmaya başlayacağız. Elbette yeniden insani ilişkilerin önemseneceği döneme girilecektir.

 

İSMAİL TOKSOY / Kapitalizmin son ıslığı

Gölgesini satamadığı ağacı kesenlerin para ve kâra dayalı sistemi kapitalizmin, “organize bir kötülük” olduğu gerçeğinden hareketle doğayı ve onun bir parçası olması gereken insanı yok ettiği ayan beyan ortada. Gelinen noktada bunu yalnızca “antikapitalist” düşünürler söylemiyor, çözüm yollarını kapitalist sistem içinde arayanlar da artık bu gerçeği teslim ediyor.

Geldiğimiz bu noktayı aslında diyalektik sürecin normal seyri içinde değerlendirmek yanlış olmaz. İlk ortaya çıkış dönemlerinde “devrimci” bir misyon üstlenen kapitalizm, artık tarihsel ömrünü doldurmuş ve uzatmaları oynamakta… Dolayısıyla da insanlığın önüne koyacağı hiçbir yeni ufuk, yeni bir umut bulunmuyor. Son çırpınışları ise Fukuyama’nın “tarih bitti” tezi ile çoktan saman alevine dönüşmüştü. İnsanlık tarihinde 25-30 yılın ancak saman alevi sayılabileceği düşünülürse, bu türden hızlı çıkışlar mezarlıktan geçerken korkudan çalınan ıslıktır olsa olsa. Tükenenler ister istemez yıkıcıdırlar ve onları “yapay zekâ” da kurtaramaz. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada Özdemir İnce’nin deyişiyle “Francis Fukuyama’nın kırbacıyla sirk cambazlığı yapanlar” ise çoktan kuyruklarını sıkıştırıp sahneden toz oldular.

Kapitalizmin tükenişi ile ilgili bu saptamadan sonra Harvey’in “teknolojik gelişmelerle sınıfsal tahakküm tehdidi oluşturulduğu” yönündeki değerlendirmesine bakacak olursak, bu tahakkümün zaten günlük yaşama da çoktan yansımış olduğunu görürüz. Öte yandan, kapitalizmin 5G ve Yapay Zeka (YZ) üzerinden sınıfsal tahakkümü güçlendirdiği yanlış olmamakla birlikte buraya saplanıp kalınması halinde dolaylı olarak kapitalizmin fetişleştirme tuzağına düşülme tehlikesi de var. Sınıfsal tahakküm ne 5G ya da YZ ile başlamıştır ne de onlarla bitecektir. Bu biraz indirgemeci bir tutrum olur.

“Yeni Ortaçağ”ın bu yeni tahakküm modellerine karşı koyuşun Çin ya da başka bir ülkenin bu alanda önderliği ele alması ile mümkün olacağı yönündeki sava katılmak ise pek olanaklı görünmüyor. Çin belki üçüncü binyılda insanlığı teknolojik donanımlı Yeni Ortaçağ’a sokma çabasındaki küresel oligarşiyi durdurabilir ama yalnızca “durdurabilir”.Oysa asıl sorun bu “Yeni Ortaçağ”ın yerine ne konacağı sorunudur. Bu sorunun çözümünü de kapitalist sistemin çarkları içindeki ülke, kesim ya da anlayışlarda aramak ne kadar doğrudur? Bu noktada insanlığın önüne insanı ve doğayı temel alan yeni bir dünya ve gelecek kurgusu konulması büyük önem taşıyor. Bu da öncelikle Yeni Ortaçağ’ın yeni silahları ile enjekte edilen en büyük zehri; “kaygı ve korkuyu” kırmakla mümkün olacaktır. Bu noktada yeni bir öncü aydın çıkışına gereksinim olduğu aşikâr.

Postmodernizme gelince… Kapitalizmin tükenmişliğini perdeleme ve deyim yerindeyse bireyi bu tükenmişlikte “suç ortağı” haline getirme noktasında çok önemli bir işlevi olduğunu söyleyebileceğimiz postmodernizm, kapitalizmin son noktada yıkıcı rolünü felsefe ve sanatta üstlendi. “Gerçeklerin de yapay ve kurmaca olduğu, bunların mevcut kültürler tarafından insanlara dayatıldığı; teknoloji, bilim ve kültür ortamında bireyin yok olduğu” biçiminde özetlenebilecek çıkış noktasıyla bireye “biricik” “özel” olduğunu fısıldayan postmodern anlayıştaki “düşünür” ve “sanatçılar” aslında insanlığa bir ton laf edip hiçbir şey söylemediler. Bu yönüyle postmodernizmin kıskacındaki felsefe ve sanatın insana karşı sorumluluk duygusunu yaygın olarak yitirdiği eleştirisi doğru olmakla birlikte yetersiz görünüyor. Felsefe ve sanat postmodernizmle sınırlı değildir. Postmodern sanat ve felsefenin de ana sorunu  “insana karşı sorumluluk” olmamıştır.

Son söz olarak; Kapitalizmin tükenmişliğinin bir yansıması olarak postmodernizm son barutunu da atıp bitirdi. Kapitalizm de öyle. Bu durumun tespiti de epeydir yapıldı, yapılıyor. Şimdi aydınlara ve sanatçılara düşen görev insan ve doğa temelli “yeni”yi ortaya koymaktır. Asıl odaklanması gereken nokta budur. Çürüyenin eleştirisi, yarattığı yıkımı ve kaybı anlamak için son derece önemlidir. Ancak bunun sonucunda “yeni”nin mutlaka ortaya konması gerekir. Aksi halde eleştirinin eleştirisi biçiminde uzayan süreçler insanın sorunları ve acılarını derinleştirmek ve “yeni”nin yolunu uzatmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

 

İNCİ PONAT / İnsan, Doğa, Teknolojik Gelişmeler

İnsanın doğayla savaşı insanlık tarihi kadar eskidir. İlk yazılı edebî metin olan Sümerlerin Gılgamış Destanı bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Basit kültürü aşabilmiş ilk uygarlıktır Sümerler. Yazıyı, tekerleği onlar bulmuş, ilk site devletlerini onlar kurmuş ve daha nice ilklere onlar imza atmıştır.

Sümerlerin Uruk kralı Gılgamış gücüne güç katabilmek için, o güne değin hiç kimsenin alt edemediği sedir ormanlarının korucusu Humbaba’yı öldürmeye karar verir. Can dostu Engidu’yla birlikte, yanlarına en güçlü silahları alarak yola koyulurlar. Humbaba’nın yalvarıp yakarmaları boşunadır. Sonunda cinayeti işleyip ormanı talan ederler. Amaçları, elde ettikleri kerestelerle Nippur tapınağına görkemli kapılar yapmaktır. Bence olayın en ilginç boyutu, güneş tanrısı Şamaş’ın da bu insan ve doğa kıyımına destek vermesidir. Günümüzün küresel tanrılarıyla nasıl da benzeşiyor.

Dünyanın küreselleşme adı altında serbest piyasa ekonomisine geçişi; iletişim teknolojisinin baş döndüren hızlı gelişimiyle birlikte sermayenin sınır tanımayan koşusu, insanlığın yüz yıllardır büyük çabalar sonucu elde ettiği hümanist değerleri altüst ederek parayı en yüce değer tahtına oturtmuştur. Vahşi kapitalizmde ne insanın ne de doğanın kıymeti vardır. Özne ortadan kaldırılmış, her şey alınıp satılabilen, hızla tüketilmesi gereken önemsiz nesnelere dönüştürülmüştür. Ekonomisi ve teknolojisi hızla gelişen ülkeler, bu konularda frene basmadıkça insan ve doğa kıyımı da aynı hızla sürüp gidecektir.

Lübnan asıllı Fransız yazar, düşünür Amin Maalouf yalnızca bilgi ve sanatın tüketilemeyeceğini söylüyor. Çünkü bilgi de sanatçının yaratıcılığı da sonsuzdur. Sonsuzluk tüketilemez. Yine Maalouf’a göre bu iki kavramdan hiç de ölçülü davranmadan beslenebilir insan, beslendikçe de dünyayı daha az tüketir. Belki de kurtuluşun şifresi bu iki büyülü sözcükten oluşuyor: bilgi ve sanat…

Teknolojik buluşlar hız kesmeden gelişimini sürdürüyor. Daha birine alışıp içselleştirmeden, bir başkası giriyor hayatımıza. Belleğimizin isyanı, ruhlarımızdaki sarsıntı hiç mi hiç önemsenmiyor. 5G ve yapay zekâ (YZ) son teknolojik buluşlardan yalnızca ikisi. Birkaç yıl önce hayatını kaybeden ünlü İngiliz bilim insanı Stephen Hawking, YZ konusunda şöyle diyor. “İnsanlığın en tehlikeli buluşu… Çünkü insanlığı yok edecek.”

Umarım, Hawking’in dediği olmaz. Ancak insanın emeğini çok büyük ölçüde elinden alarak onu değersiz nesnelere dönüştürecek, dahası gerektiğinde insanı yok edebilecek teknolojik silahlarla da donatılabilecek bir buluştan söz ediyoruz.

Gücü elinde bulunduran ulusların dünya pastasından daha büyük pay alabilmek uğruna yoksulları yok etmede YZ’den yararlanabilecekleri savı hiç de uzak bir olasılık gibi görünmüyor.

Geçenlerde bir televizyon kanalında, adını anımsamadığım bir bilim felsefecisi, YZ’nin tehlikelerinden kurtulmanın tek yolunun tüm dünya uluslarının birleşerek tek bir devlete dönüşmesinden geçtiğini söyledi. Şimdilik bir ütopya olsa da bu öneri, kulağa ve ruha hoş geliyor.

Var olalı beri nice badirelerden geçmiş olan insanoğlu umarım ve dilerim ki her teknolojik buluşu insanlığın yararı için kullanabilmeyi becerebilsin. İnsandan umut kesilmez.

Son yıllarda ekonomi ve teknoloji alanında hızla gelişen Çin ve Hindistan, günümüzün küresel güçlerine karşı soğuk savaş dönemindeki gibi belli bir süre için denge unsuru oluşturabilirler. Hepsi o kadar… İbrenin Çin ya da Hindistan lehine değişmesi durumunda onların da bugünkü küresel tanrıların yerini alacaklarından hiç kuşkum yok. Çünkü iktidarlar, doğası gereği, gizli ya da açık biçimde güçlerine güç katmak, iktidarlarını sürekli kılmak, yeterli yetkeye sahip olunca da dünyaya hükmetmek isterler. Kurtuluşu Çin’in gelişimine bağlamak, boş bir hayal gibi görünüyor. Bir zamanlar Sovyetler Birliği’ne bağladığımız umudun çökmesi gibi… Oysa Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, bugün istediğimiz gibi bir yönetime sahip olmasa da 97 yıldır dimdik ayakta. Atatürk’ün öngördüğü doğrultuda kamu – özel girişim işbirliğine dayalı, insanı ve onun emeğini önceleyen denetime açık sistemler kurulmadıkça bu kargaşa sürüp gidecektir diye düşünüyorum. İşe yine insandan başlamak gerekir. Etik düşünme ve eyleme geçmedeki gelişim hızımız bir an önce teknolojik gelişim hızına ulaştırılmalıdır. Ya da tersi olmalı teknolojinin hızı yavaşlatılmalıdır.

Covid-19 salgınına gelince; insanlığın dünyadaki daha önceki salgınlardan ne ölçüde ders çıkardığı sorusunu sormak gerekir. Küresel piyasa ekonomosinin her varlığı özelleştirme takıntısı ne yazık ki bu salgınla birlikte çok acı bir gerçeği gözler önüne sermiştir. Sağlık asla özelleştirilmemelidir. Yoksa  Covid-19 sonucu sağlık sistemi çökmüş birçok kapitalist ülkede, özel sağlık sigortası olmayan yoksulların sokak ortasında ölümlerine daha uzun süre tanıklık edebiliriz. Kapitalist devletlerin bu salgından ders alacaklarını düşünmüyorum. Tam tersine pek çok alandaki başarısızlıklarını örtmede onu fırsata çevirip bir kalkan olarak kullanma eğilimindeler (ekonomik başarısızlıklar vb.).

Bilim insanlarından, düşünürlerden, sanatçılardan umutluyum. Isaac Newton’un Londra’da baş gösteren veba salgını sırasında, bir buçuk yıl evine kapanıp bu süre içinde yerçekimi yasasını bulduğunu anımsayalım. Edebiyatçıların, sanatçıların da salgınla birlikte yitirdiğimiz nice güzelliklerin ayrımına varıp yakın bir gelecekte çok değerli ürünlere imza atacaklarını düşünüyorum.

Postmodernizm, anlamı dışlayan, tekniği ve biçimselliği öne çıkaran bir yapıya sahiptir. Bayağılığı ve sıradanlığı yeğler. Seçkinciliğe karşıdır. Oysa modern çağın sanatçıları, edebiyatçıları bir şeyleri öğretme, gerçeği gösterme işini yapıtlarında kendilerine görev edinmişlerdi. Postmodernistler ise doğru – yanlış, güzel – çirkin, iyi – kötü gibi birbirine zıt kavramları yatay bir çizgide yan yana getirerek eşitler. Her şeyin eşitlenmesi, her şeyin değersizleşmesini de birlikte getirir. Buna insan da dahil… Sanatçılar, aydınlar, düşünürler, bu gidişe yapıtlarıyla dur diyebilmeliler. Her türlü bedel ödemeyi de göze alarak…

 

ALİ RIZA ÖZKAN / Doğa

1. Esasen, her medeniyet projesi bir yerde biter, sonlanır. Kendisini yeni bir medeniyete teslim eder. Veya, yeni bir medeniyet gelişir ve kendisinden öncekini yıkar veya yutar.

Bugün yaşadığımız; Rönesans ile başladığını varsaydığımız “burjuva” medeniyet konseptinin sönümlenmesinin işaretleridir. Kapitalizmin, yani üretilen artı değerin belirli bir sermaye kesiminin elinde tekelleşmesi ve sürekli tekelleşmesi üzerine kurulu tüm insanlık ilişkilerinin, ekonomik ve siyasi ilişkilerin geçersiz kılınacağı yeni bir insanlık çağına, yeni bir medeniyet dönemine geçiş öncesi, yaşanması gereken zorunlu buhrandır, bugün olanlar.

Bugünün karakteristiği buhrandır. İnsan birey olarak, aydın düşünsel olarak, kapitalist üretim ilişkilerinin hâkimi olarak buhran içerisindedir. Elbette, bu buhranı anlamak için, kapitalizmin yine kendisinin celladı olduğu yönünde Karl Marx’ın tezine kulak vermek zorundayız.

2. Teknolojiyi tehdit olarak tanımlayan görüşler, üretim ilişkilerinde hâkimiyetin, üreti güçlerin sahipliğinin kapitalist medeniyetin temel ve ayırt edici özelliği olduğunu yadsıyan, görmezden gelen veya kavrayamayan görüşlerdir. Burada sorunun özü, örneğin neşter bıçağının Hannibal’in elinde bir katliam aparatına dönüşürken, usta bir operatörün elinde ise hayat kurtardığı gerçeğini kavrayamamaktır. Teknolojinin işlevi ve medeniyet içerisindeki yeri, üretim araçlarına kimin sahip olduğu sorusunun cevabı ile birlikte anlam kazanır.

3Yeni Ortaçağ, aslında kapitalist medeniyet tasavvurunun iflasının ilanından başka bir şey değildir. Kapitalizmin buhran durumu çözülme durumuna evrilirken yaşanan bir ara duraktır, Yeni Ortaçağ. David Harvey gibi kimi aydınlar, kapitalizmin çözülen ve çöken medeniyetini savunarak gerçek anlamda ideolojik muhafazakârlığın temsilcilerine dönüştüler. Buhranın bireyde yarattığı korkuyu ideolojiye dönüştürerek, aslında insanlığın en gerici cephesine dahil olduklarını tespit etmek gerekiyor. Ancak, yeni bir medeniyetin de “dijitalleşme” ile başlayacağı gibi, naif görüşlere de itibar etmemek gerekir. Yeni bir medeniyet bir çırpıda ortaya çıkmayacak; ama, mutlaka insan ilişkilerini tümden değiştirecek, üretim, yaşama biçimlerini derinden dönüştürecektir. Belki bu yüzyılın ortalarında veya belki de sonlarında tespit edebileceğimiz dönüşümü şimdiden açımlamaya kalkışmak müneccimlik olur.

Bu noktada, küresel ölçekte milletlerin tarihe yönelmesinin, “tarih”in ideolojik bir tartışma platformuna dönüştürülmesinin anlamının gerçekte toplumların tarihte geleceği aramakta olduklarını bize anlattığı gerçeğini dikkatinize sunmakla yetinmek isterim.

4. Postmodernizm, emperyalist merkezlerin düşünsel hâkimiyet denemesiydi. Başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece, kapitalizmin buhranının geçici olmadığını, tersine fundamental karakterde ve geri dönülemez bir yola girmiş olduğunu anlamış olduk.

Türkiye’de ve dünyada aydınların ezici çoğunluğu yeni geleni anlamak çabasına giremeyecek durumdadır. Bunun bir nedeni yeni gelenin eski kuramlarla anlatılamayacak olmasıdır. Ama bir diğer nedeni de, yeni geleni anlatacak entelektüel birikimin de halihazırda bulunmayışıdır. Geçiş dönemlerinde, çok az entelektüel, gelecek dönemi yakalayabilir. Bunun nedenini, onların vasıfsızlığında değil, yeni gelenin kendisini idrak ettirecek olgunluğa ulaşmamasında cevaplamak gerekir, diye düşünüyorum.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Güncel

En çok okunanlar