Mustafa Kemal, Nâzım’ın şiirini okuyunca şöyle der: “Şimdiye kadar kimse Türk dilinde bu kadar etkileyici bir şey yazmamıştır”
TKP tutanaklarında yer alan anekdotta Mustafa Kemal’in Nâzım’a dair olağanüstü güçlü bir öngörüde bulunduğu, yıllar geçtikçe daha bir anlaşılacaktır. Nitekim bu gerçeği Ahmet Hamdi Tanpınar ancak 30 yıl sonra saptayacaktır: “… bizim burada teslim etmemiz gereken tek gerçek, şiir dilini genişletmiş olması ve bütün bir concret âleme açmasıdır. O, iyi ve sağlam bir dil makinesi kuranlardandır.”
04.06.2013
Sovyetler ülkesinde
Tiflis’te Muhittin Birgen’le buluşmayı umarken Ahmet Cevat’la (Emre), ardından Şevket Süreyya ile tanışmaları, onlara Moskova kapılarını açar. KUTV (Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi) öğrencisidirler artık… Asya halklarından binlerce gençle yeni dünyada birleşmenin coşkusu tüm sıkıntıları silmiştir. Bu arada Nâzım’daki yeni bilinç, onu şiir söyleminde içerik ve biçim arayışlarına zorlamaktadır. Batum’dayken Rusça bir gazetede gördüğü, muhtemelen Mayakovski’ye ait basamaklı dizelerin sıralandığı bir şiir günlerce kafasını kurcalar. Derken, binlerce kilometre boyunca gördüklerini anlattığı “Açların Gözbebekleri” şiiri doğar (1922):
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Nâzım’ın aynı günlerde yazıp Moskova’dan Aydınlık’a gönderdiği “Grev” şiirinde sözcüklerin yüklendiği anlam yepyeni bir kapsama ulaşır:
“Yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı” dizesinde şair, yalnızca yüklemi –“yok” yerine, “donakaldı” sözcüğünü kullanarak– değiştirmekle, şiiri geleneksel söyleyişin çok üstünde olağanüstü bir gizilgüçle ileri atmıştır. Cümle, öznenin “dindi, tütüyor, savruldu, var, yok vb” sıradan eylemiyle değil, “donakaldı” diye biterken –maddenin üç temel halinde sıçramayla (sözgelimi suyun yüksek ısıyla karşılaşınca gazdan buza doğru)– geçirdiği sert ve çok etkili değişimi Nâzım, grev olgusunun toplumsal hayatı durduran gücüne dikkat çekerek, özne ve yüklem arasında karşıtlık oluşturan bir tek aykırı sözcükle gerçekleştirdiği yalın şiirsel devrime yansıtmıştır. Bu, ancak Türk halk şiiri ve Divan geleneğini özümsemiş bir şairin varabileceği bir yeniliktir; genlerinde Yunus ve Bakî’nin bulunduğu bir şiirde gerçekleşebilir. Böylece Nâzım, şiir devriminin işaret fişeğini Aydınlık’ta yakmıştır (1923). Daha sonra, sırasıyla “Aydınlık”, “Yine Bu Bahse Dair: İlim”, “Aydınlıkçılar”, “Resmigeçit” şiirleri de Türkiye’ye döndüğünde yine Aydınlık’ta yayımlandı (1924-25).
Mayakovski, Devrim ve Şiir
Kısa sürede devrim Rusya’sının sanat ortamına giren Nâzım, sözlerini anlamaksızın basamaklı dize örgüsünden esinlendiği Mayakovski’yle de beklemediği biçimde karşılaşır:
“Bütün seslerin üstüne çıkan görkemli bir ses hepsini bastırıyor. İçeri girdiğimde bu görkemli sesin iri yarı, geniş omuzlu, kafası usturayla tıraşlı genç bir adamın sesi olduğunu gördüm. Herkese sövüyormuş gibi geldi bana. Şura yoldaş beni onunla tanıştırdı. … Mayakovski daha o zamandan, Ekim Devrimi’nin şairi olarak dünya çapında ün kazanmıştı. Bense kimsenin tanımadığı, işin başlarında bir Türk şairi, bir KUTV öğrencisiydim. … Buna karşın hemen dost olduk.”
Nâzım, sık sık Mayakovski’nin evine gider, ama Rusçası yok denecek ölçüde yetersiz olduğu için anlaşmakta çok sıkıntı çekerler. Ne ki artık şiir gecelerinde Mayakovski’yle birlikte o da çıkar, Türkçe’nin akıcı ritmini başka dillerden dinleyicilere aktarmaya çalışır. Bir keresinde ona Galip’in dizelerini okur:
Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsumânın
Bu ezgisi ve ritmi yüksek dizelerin içerdiği yoğun anlamı öğrendiğinde, Nâzım’a, “Sen kaynağı büyük bir şiirden geliyorsun, büyük işler yapmalısın” der. Aralarındaki bu yakınlık, Nâzım’ı çekemeyenlerce, onun Mayakovski’den etkilendiği biçiminde yorumlanır.
Nâzım, yıllar sonra, Kemal Tahir’e Mektuplar’da itiraf niteliğinde açıklamalarda bulunurken bu yakıştırmanın dayanaksızlığını belirtir: “Mayakovski’nin 1940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından vaktiyle dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. … çok defa utancımdan Mayakovski’yi eserleriyle tanıdığımı söylemiş olmama bakma!”
Nâzım, Troçkist miydi?
Nâzım, gerçekten de âsi ruhlu, doğru bildiğinden şaşmayan bir insandır.
Troçki, kendisine karşı kampanyanın başladığı günlerde, KUTV’da konuşma için kürsüye geldiği sırada, öğrenciler sessizce salonu boşaltır. İçerde tek öğrenci kalır: Nâzım Hikmet. Üstelik Rusçası öyle zayıftır ki Troçki’nin konuşmasındaki derinliğe varması mümkün değildir. Bu, büyük bir cesarettir.
Troçki, öğrencilerin tepkisini beklediği için hiç aldırmadan konuşmasını sonuna kadar sürdürür. Bitirdiğinde, kendisini hayranlıkla dinleyen bu tek öğrenciyi selamlayarak ayrılır.
Arkadaşları öfkeyle Nâzım’a yüklenirler: “Niye çıkmadın? Sen Troçkist misin?”
Nâzım, kendinden emin ve gayet neşelidir: “Hayır, elbette değilim. Ama bu tarihî bir şans… Üstelik adam öyle güzel konuşuyordu ki bırakıp çıkamazdım.”
Ülkeye Dönüş ve Yeniden Kaçış
Nâzım 1924 Ekim’inde, tıpkı çıkışındaki gibi, gizlice döner. TKP’de ve Aydınlık’ta etkin görev alır, Köprü’de yoldaşlarıyla birlikte Orak-Çekiç gazetesini satar. 13 Şubat’ta Şeyh Sait İsyanı patlayınca alınan önlemler sırasında kurulan İstiklâl Mahkemeleri’nde TKP üyeleri de tutuklanıp yargılanmaya başlayınca, Nâzım, daha yılını doldurmadan 1925 Haziran’ında tekrar Moskova’ya kaçar. Bu dönemde 2 yıl Sovyet tiyatro ve sineması üstüne gözlemlerde bulunan Muhsin Ertuğrul’la sık sık birlikte olur, aralarında iyi bir dostluk başlar, onu Lunaçarski ile görüştürür.
Bu arada af çıkınca, Laz İsmail’le (Bilen) yine gizlice 1928 Temmuz’unda ülkeye girdiklerinde Hopa’da yakalanır ve iki ay tutuklu kalırlar. Hopa Mahpusanesi’nde başlayan cezaevi yıllarıyla, Nâzım’ın hem halkı hem Türkçeyi daha içerden tanıması süreci başlar.
Mustafa Kemal: Türk dilinde kimse bu kadar etkileyici bir şey yazmamıştır
Nâzım, Hopa’da yargılanırken sınır dışı edilmekten korkuyordu. Karar öncesinde yargıca, “Ankara’ya bir telgraf çekebilir miyim?” diye sorar. “Hukuken bir engel yok!” yanıtını alınca, Aydınlık’ta çıkan şiirlerini çok beğendiğini yazarak, “İşte inkılâbın şairi! Bir de inancı bizimkine uysa!” diyen Falih Rıfkı’ya şu telgrafı çeker:
“Vatanıma geldim. Rize’den Ankara’ya mevcuden getiriliyorum. Türkiye’de kalmamı temin eder misiniz? Saygılarımla, Nâzım Hikmet”
Görüşlerini sorduğu İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) ve Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Falih Rıfkı’ya şu ortak yanıtı verirler:
“Nâzım Hikmet bu memleketin evladı… Niye geri gönderilsin?”
Nâzım’ın ülkeye kalıcı olarak dönme kararında 25 Şubat 1927 tarihli TKP tutanaklarında yer alan şu bilginin de önemli payı var:
“Nâzım’a gelince, geçenlerde İstanbul’da bir edebiyat dergisinde yayımlanan ‘Kutsal Kitap’ hakkındaki [Meşin Kaplı Kitap] şiirini Mustafa Kemal okumuş ve çok hoşuna gitmiş. Maiyetindekiler Nâzım’ın komünist olduğunu söyleyince, Kemal, ‘Ne olduğu kimi ilgilendirir! Şurası kesin ki, şimdiye kadar kimse Türk dilinde bu kadar etkileyici bir şey yazmamıştır’ demiş.”
“Sağlam bir dil makinesi kurdu Nâzım”
TKP tutanaklarında yer alan anekdotta Mustafa Kemal’in Nâzım’a dair olağanüstü güçlü bir öngörüde bulunduğu, yıllar geçtikçe daha bir anlaşılacaktır. Nitekim bu gerçeği Ahmet Hamdi Tanpınar ancak 30 yıl sonra saptayacaktır:
“Millî zaferin ve Atatürk inkılâplarının getirdiği heyecan ve ideolojik hava içinde (Garp emperyalizmine aksülâmel ve halkçılık) bu geniş ve her sınıfa hitap imkânı olan eser [Nâzım Hikmet’in şiiri], bilhassa Hazer ve Salkımsöğüt gibi solcu ideolojinin dışında kalan ve daha ziyade dil kudretiyle dikkati çeken manzumeleriyle hemen herkes tarafından sevildi ve [1930’larda] mektep kitaplarına kadar girdi. Bugün [1959], Rusya’ya kaçtığı için Türk tâbiiyetinden düşürülen bu şair için bizim burada teslim etmemiz gereken tek gerçek, şiir dilini genişletmiş olması ve bütün bir concret âleme açmasıdır. O, iyi ve sağlam bir dil makinesi kuranlardandır.”
835 Satır: Şiirde Devrim
Tanzimat sonrası Yeni Türk Şiiri’nde Tevfik Fikret’le başlayıp Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’le sürdürülen modernleşme girişimleri ve atılımları, Nâzım Hikmet’in çıkışıyla içerik ve biçim yönünden devrimci bir öz kazanır. Şair, Zekeriya ve Sabiha Sertel’in çıkardığı Resimli Ay Dergisi’nde düzeltmen olarak çalışmaya başladığı sırada yenilikçi şiirlerini bir kitapta toplayarak 835 Satır adıyla yayımlatır (Ahmet Halit Kitabevi, Mayıs 1929).
Yapıt, Türk şiir ortamında bomba etkisi yaratır. Nurullah Ataç kitabı övgüyle karşılar. Ahmet Haşim, şiirleri pek tutmakla birlikte, yenilikçi oluşunun altını çizer: “Bu vezin, bizim bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bizde bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor. Nâzım Hikmet Bey, tarzını kendisi icat etmedi, bu biçimde şiirler şimdilerde dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. … N. Hikmet dev elleriyle eski musiki kutusunu sarp kayalara çarpıp parçalayarak, yeni nazmının havaya gürültülü ateşinden fıskiyeler gibi fışkıran, korkunç ve tatlı musikisini vücuda getirmiştir.”
Yapıta günlük basın da ilgi gösterir. Nâzım, şiir matinelerinin atık en çok alkışlanan şairidir.
Ne ki, daha sonra, “835 Satır, Türk şiirindeki, hatta Türk dilindeki inkılâbın ilk satırıdır” diyecek olan Yakup Kadri, o günlerde eseri şiddetle eleştirir: “Nâzım Hikmet’in şiirlerinin bugünkü Türk Cemiyeti’nde hiç yeri olmadığını zannediyorum. … İnkârdan müspet bir şey çıkmasının imkânı yoktur. … Bu zavallı yeni nesil bize bin beladan artakalmıştır. … Harb-i Umumi’de daha yirmisini bulmamış bu gençler, ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler…” Gençliği anlayış kıtlığıyla suçlama anlamı taşıyan bu son cümle, edebiyat dünyasını bir anda ikiye böler.
Putları Yıkıyoruz
Nâzım, devrimci girişimini bir saldırıyla tamamlamak için çok değerli bir fırsat yakalamıştır. Resimli Ay’da, “Putları Yıkıyoruz!” kampanyasını başlatır (Haziran 1929). Dergide kapaktan verilen “Abdülhak Hâmit Bey Dâhi Değildir” yazısında şair-ı azamı yerle bir eder: “Hâmit Bey, devri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar. … Hakiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafalarımıza zorla dikilen putları yıkalım.”
Derginin başyazarı da onu destekler: “Deha kelimesini biraz tasarrufla kullanalım ve bu sıfatı layık olmayanlara vermek suretiyle, o sıfata hak kazananları küçük düşürmeyelim.”
Ortalık yıkıladursun, Nâzım, derginin Temmuz sayısında bu kez Yurdakul’u hedef alır: “Mehmet Emin Bey’in şairliği bile bir galat-ı rüyetken, millî şairliği cehlin galatından başka bir şey değildir. … Şiirlerinin lisanı ne Türkçedir, ne Osmanlıca; uydurma, hiçbir sınıf, tabaka ve ferdin konuşmadığı sun’î bir lisandır. … Mesela: Hangi Türk’tür gerdanına urgan kement urdurur mısraı Türkçe değildir.”
Nâzım, aynı sayıda “Cevap” şiirini yayımlayarak Yakup Kadri’yle polemiğe girerken, “Cevap 2”yle Ahmet Haşim’i, “Cevap 3”le Hamdullah Suphi’yi hedef alır; böylece “sahte putçuk”ların paylarına düşen eleştiriyi de (Ağustos 1929) adrese postalar…
Hâmit’in tepkisi
Abdülhak Hâmit, “Putları Yıkıyoruz!” kampanyasını doğal karşılar: “Putları kırmakta haklısınız. Biz de edebiyat hayatına katıldığımız zaman aynı şeyi yaptık. Divan edebiyatını yıktık, Tanzimat edebiyatını getirdik. Türk edebiyatında hamleler yaptık. O vakit biz eskileri yıkmıştık. Şimdi de siz bizi yıkıyorsunuz. Hakkınız…”
Nâzım, bu tepkiyi şöyle değerlendirir: “Hâmit’in bu geniş görüşüne bayıldım. Oysa ben sert tartışmalar yapacağımızı sanıyordum.”
Daha ilginci, Nâzım’ın yıllar sonra Yurdakul’a bakışının değişmiş olmasıdır: “Bak tuhaf bir şey gibi gelecek ama, ben bugünlerde Mehmet Emin’i inkâr olunan tarafıyla, yani şair tarafıyla keşfettim. Şüphesiz ki millî Türk şairi filan değil, lakin iyi şair.” (Oktay Rifat’a Mektup; Broy, S: 8, Haziran 1986)
Devrimci atılımların şiiri
Nâzım, 835 Satır’dan sonra peş peşe yayımladığı Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932-33), Portreler (1935), Taranta-Babu’ya Mektuplar (1935) kitaplarıyla, şiirimizde modernleşmeyi uç noktalarda zorlamakla birlikte, gelenekle bağlarını koparmıyor, tersine, her türlü devrimci atılımını bir isyan çığlığı olarak geleneğin içinde var edip yükseltiyordu. Kitapları ve eylemleri hakkında açılan davaların ardı arkası kesilmiyor, Nâzım her birinden beraat ediyordu. Son kitabı toplatılmakla kalmamış, gizli örgüt kurmak, eylemli olarak komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla iki ayrı dava açılmış, şair, 22 Mart 1933’te tutuklanarak 1 Haziran’da Bursa’ya gönderilmişti. 29 Ekim 1933’te Cumhuriyet’in 10. Yılında af yasası çıkacağının anlaşılması üzerine, hemen öncesinde yeni bir dava açılarak idam talebiyle yargılanmaya başlamış, affa rağmen bırakılmayan şair, 12 Ağustos 1934’e kadar tutuklu kalmıştı.
Şeyh Bedrettin Destanı
Nâzım şiirindeki atılımları cezaevinde sürdürürken, şiiri üstünde yeniden ve daha derin düşünme olanağı bularak yeni bir aşamaya gelmişti. Şiirde gerçekleştirdiği devrim artık yerleşip oturmaya, serbest nazım yaygınlık kazanmaya başladığına göre, bu aşamada, aşırılıklardan geri çekilerek, şiirsel gerilimi birikime dayandırmak gerekiyordu. Canlı emeğin üretkenliği nasıl ki maddi ve kültürel birikimle artırılıyorsa, Nâzım da, yaşayan şiirin etkisini büyütüp yaygınlaştırmak ve kalıcılaştırmak üzere, gelenekle ilişkisinde daha köklü arayışlara yönelir. İşte içerde ve dışarda nice uykusuz geceler, sancılarla süren bu arayışlar sırasında, şair bir yandan tiyatro ve sinemaya zaman ayırıyor, öbür yandan, sessizce, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” adlı dev yapıtı hazırlıyordu.
Şiir hapiste olgunlaşır
Gelenekle kurduğu ilişki nedeniyle halk düşmanlarını büsbütün ürküten Nâzım, 1936’da yayımladığı Şeyh Bedreddin Destanı ile sanat düzleminde yaptığı işi ileriki yıllarda şöyle anlatır:
“Bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı’dır. Burda şekil bakımından, halk vezni unsurları, Divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil imkânlarının bir muhasebesiydi. Bu kitapta, biraz aceleye gelen ve ancak yarısı yazılabilen bu kitapçıkta, şekil merhalelerimi, bazen bir parçada, bazen ayrı ayrı parçalarda kullanmak istedim. Bu kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda bir kat daha berraklaştı sanıyorum.”
Nâzım; tam da halk ve divan edebiyatı unsurlarının iç içe geçtiği arakesitlerde olağanüstü içerme ve bileşimleri daha destanın ilk şiirinde modern tekniğe açarak nicedir “kafasında berraklaşan” biçim sorunlarını da aşarken, –daha sonra Orhan Veli’nin kendi şiir yatağında ulaşmayı şiirinin tek amacı haline getirdiği– eşsiz yalınlığın lirizmini hemen ikinci şiirde yakalamakla kalmaz, görkemli yükseltilere taşır:
Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Yarın:
Türk donanmasını isyana teşvikle suçlanan Nâzım’a cehennem azabı
Pablo Neruda: Bana şöyle anlattı: işkencecilerim beni izliyorlar, yıkılmamı bekliyorlar, acı çektiğimi görmek istiyorlar… Gücünü toplayıp başını dik tutmuş. Önce hafiften, daha sonra biraz daha yüksek, sonra da avazı çıktığınca şarkı söylemeye başlamış. Bütün şarkıları ve hatırlayabildiği bütün aşk şiirlerini, kendi şiirlerini, halk türkülerini, halkın savaş ilahilerini okumuş. Bildiği her şarkıyı, türküyü söylemiş. Bu şekilde pisliği ve işkencecilerini yenmiş… Rüzgârsız gecelerde Nâzım’ın sesi halâ işitilir Silivri zindanlarının anahtar deliklerinde!